Fukaralığı her halinden belli olan adam yorgundu, bitkindi. Çok dertli olduğu her halinden belliydi. Dert yığınları altında ezilmişti, eziliyordu.
Ailesinin yüzünü bir kez olsun güldüremediğinden, çocuklarının başkalarına imrenen masum bakışlarında bir umutlu parıltıya sebep olamadığından yakınıyordu. Çoluk-çocuk çileli bir hayatı yaşamak zorunda olduklarını söylüyor; buna çare bulamadığı, iyi bir baba, iyi bir aile reisi olamadığı için kendine çok kızdığını söylüyordu. Yokluklar ve yoksulluklar içinde beli bükülmüş, ama yine de mutluluğu yakalamaya çalıştığını belirtiyordu.
Doğru dürüst gelir getiren bir “iş”i olmadığından, “aş”ı da arslanın ağzındaydı sanki. “Bir tek sevgi verebildim çocuklarıma; ama karşılığında zehir gibi bir hayat sundum! Sevgimin bedelini çilelerle, yokluklarla ödettiriyorum onlara” diyor, kendini yiyip bitiriyordu.
Elini cebine attı, bir tomar fatura çıkardı. Baktı, baktı her birine. Acı acı güldü: “Son ödeme tarihlerini geçirdim” dedi. Ödeyememişti. Neyle ödeyebilirdi ki? Yeterli geliri yoktu. “Paraya endekslenmiş bir hayatı ucuza yaşamak” mümkün müydü? Dediğine göre yaşamıyordu, sadece vardı, yaşıyormuş gibi yapıyordu! “Belki de sanal bir yaşantı bizim gibilerin hayatı” diyordu. “Elektriğimizi kesmişlerdi, yakında suyumuzu keserler” dedi. Zaten bodrum katta yaşamaya çalışıyormuş. “Eğer buna yaşamak denirse” diyor; ama yine de tevekkülü elden bırakmıyordu: “İş yok, aş yok; ama ne gam, Allah var!”
İlkokul mezunuymuş. Vasıfsız işçiymiş. “Büyüklerimizin hali-keyfi yerinde ya! Onların keyfi gıcır, işleri tıkırında ya! Kim tanır beni be, kime dert benim çilem?” diyordu. Öyle laflar ediyordu ki... Sosyal yapı içinde kendisine, “ızdırabıyla meydan muharebesi”ne devam etmek düştüğünü; yine kendisine, “sırtına basa basa yükselenlere taban teşkil etme vazifesi”ni sürdürmekten başka değer verilmediğini söylüyordu.