CHP’de yine kriz var.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun baş tacı ettiği, Ahmet Davutoğlu tarafından
alnından öpülme “Şerefine nail olmuş” eski Musul Konsolosu Öztürk
Yılmaz, Habertürk’te katıldığı bir yayında “Ezan Türkçe
okunmalıdır” deyince en sert tepkiyi kendi partisinden
gördü.
AK Parti “Cehape zihniyeti değişmemiş” diyerek durumun keyfini
çıkarırken, CHP “Bizim böyle bir arzumuz yok, ezan Arapça
okunmalıdır” diye peş peşe açıklamalar yaptı ve Öztürk’ü de
disiplin kuruluna sevk etti.
Ancak burada çok önemli bir yanlış, bir haksızlık
var.
Eğer CHP’de birisi Öztürk Yılmaz’ın bu sözleri nedeniyle disiplin
kuruluna sev edilecekse bu kişi Öztürk Yılmaz değil, Kemal
Kılıçdaroğlu’dur.
Öztürk Yılmaz’ı Davutoğlu’ndan devralarak CHP’de giderek daha etkin
konumlara taşıyan kişi bizzat genel başkan Kemal
Kılıçdaroğlu’dur.
Emekli Büyükelçiler Faruk Loğoğlu ve Osman Korutürk gibi sonuna
kadar saygın, sapına kadar dış politika uzmanı olan iki ismi Meclis
dışına atan, iddialara göre Namık Tan gibi bir önemli diplomata
partinin kapılarını kapatan Kemal Kılıçdaroğlu, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucu partisi CHP’nin dış politikasını Öztürk
Yılmaz’a emanet eden kişidir.
Bu yüzden de Öztürk Yılmaz o sözlerin sahibi
olabilir.
Ancak o sözlerin asıl sorumlusu Kemal Kılıçdaroğlu’dur.
MEDYA VE PR FAALİYETLERİ
Demirören Medya Grubu’nun başındaki Sevgili Mehmet Soysal’la
tanışıklığımız çok uzun yıllara dayanır.
Soysal’ın Türkiye Gazetesi’nde genç bir gazeteci olduğu
yıllara.
Neşeli, rahat, birlikte çıktığımız seyahatlerde iyi ve eğlenceli
bir seyahat arkadaşı olarak tanırım
kendisini.
Mehmet Soysal, Demirören Ailesi Milliyet’i aldığından bu yana
grubun en tepe yöneticisi.
Şimdi Hürriyet’inden Kanal D’sine büyüyen medya grubunu da o
yönetiyor.
Ve ilginçtir, köşesini daha etkili bir gazete olarak bilinen
Hürriyet’e taşımadı, hala Milliyet’te
yazıyor.
Soysal son yazısında “Medya ile reklamverenler arasındaki” PR
ilişkisine değinmiş.
Son derece yerinde bir yazı.
Medya ile reklamveren şirketler arasında elbette iş ortaklığından
kaynaklanan yakın ilişkiler oluşuyor.
Ancak son yıllarda bu ilişkinin ölçüsünün kaçtığını, ilişkinin
kurumsal olmaktan uzaklaşarak, neredeyse bazı gazetecilerin
reklamverenlerin ve kimi PR ajanslarının temsilcisi haline
geldiğini görüyoruz.
Şirket gezilerine katılmaktan neredeyse gazetenin yolunu unutan,
kendileri PR ajansına dönüşen gazeteciler görüyoruz. Öyle az ayıda
falan da değil.
Demeç gazeteciliğinin de önüne geçmiş bir “Tanıtım gazeteciliği”
dönemi yaşanıyor.
Elbette içinde haber var ise geziye
katılınır.
Ama bir şartla.
Gereken sorular var ise onlar da sorulur.
Ancak siyasetçilere soru sorma alışkanlığını kaybeden gazeteciler
artık iş dünyasına da soru sormuyor, onların tanıtım aracı olmaktan
öte bir işlev sergilemiyorlar.
Hepsinden beteri, kimi gazeteciler ile kimi reklamverenler arasında
“Tamamen duygusal” ilişkiler başladığı konuşuluyor
etrafta.
Ben kendi adıma Sabah Gazetesinin genel yayın yönetmeni olduğum
dönemde bu tarz “Beleş” gezilere katılımı yasaklamış, bu tür
davetlere ancak gezinin içeriğiin haber değeri taşıması ve muhabir
veya yazarımın masraflarının gazetem tarafından ödenmesi koşuluyla
izin vermiştim.
Ne yazık ki, Habertürk’te medyayı saran bu duruma karşı duramadık
ama yine de bazı kriterler getirdik.
Bu yüzden de Mehmet Soysal’ın bu durumu eleştiren yazısını çok
önemli buldum.
Bu yazı Demirören Grubu'nun kendi bünyelerini de saran bu hastalığa
ve medya üzerine düşürdüğü bu gölgeye karşı bir önlem almak
istediğini düşündürdü bana.
Tabii nereden başlayacağını çok merak
ediyorum.
Tepeden mi, yoksa aşağıdan mı!
KÜFRE ZİYARET
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Kadir Mısıroğlu’nu ziyaret
etmiş.
Kadir Mısıroğlu’nu şahsen tanımam.
Akli veya nakli bilimleri konuştuğumuz Teke Tek Özel
programlarından birinde bazı izleyiciler “Bu konuları Kadir
Mısıroğlu ile de konuşun, programa davet edin” dediği zaman kendisi
ile ilgili fikrimi şöyle beyan etmiştim:
“Ben bu isimde bir bilim insanı tanımıyorum. Bilim insanı
olmayanları da buraya davet etmiyorum”
Epey bir küfür yediğimi tahmin edersiniz.
Gerçekten de Mısıroğlu’nu bir bilim insanı olarak
tanımadım.
Benim için o, bu ülkenin kurucusuna, Kurtuluş Savaşımızın tüm
kahramanlarına hakaret hatta küfür ederek ilgi çeken biri olmaktan
öte değildi Mısıroğlu.
Türkiye’yi kuranlar veya kuruluşu elbette eleştiriden müstesna
değildir ama küfürden müstesnadır.
Hele hele 'bu ülke kurtulmasaydı daha iyiydi' diyecek kadar gözü
dönmüş olanlara kulak bile kabartılmaz.
Üstelik Mısıroğlu’nun küfürlerinden Diyanet İşleri ve eski Diyanet
İşleri Başkanları da payını sık sık almış, onun hakaret dolu
sözlerine mazhar olmuşlardır.
Ki bunlar arasında AK Parti’nin kurucusu olmuş Diyanet İşleri
Başkanları bile vardır.
Ali Erbaş bu ülkede toplumun önemli bir bölümünün saygısını
kazanmış insanlara, bu toplumun ortak değerlerine küfreden böyle
bir adamı bir üst düzey bürokrat olarak ziyaret
etmiştir.
Bir gün kendisini görürsem kendi kurumu dahil ortak ya da geniş
paydaya sahip değerlerimize küfreden birini ziyaret ederken ne
düşündüğünü ve ne hissettiğini sormak isterim.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Temizliğe evimizden başladığımız zaman