ÖNCE Halep diyerek başlıyorum.
O Halep ki...
Son gittiğimizde Fenerbahçe maçıydı...
Başkan Aziz Yıldırım’la stada doğru giderken yol boyunca dizilen o gençlerin alkışları unutulur mu?
Fenerbahçe otobüsüne yapılan o sevgi gösterileri...
Semih’in posterini kaldırıp alkışlayan, Tuncay’a sarılan, Volkan’a “Selam” diyen o Halep gençleri unutulur mu?
O Halep ki...
Gaziantep’in her türlü işgali görmüş en acılı kardeşidir.
Neden Halep’le başladım?
Mesele derin. Bir yazıya sığmaz. Kalplere hiç sığmaz.
Yine de anlatayım...
Birkaç gündür Avrupa’dayım.
Avrupa tir tir titriyor.
Suriye’den kaçan mültecilerin korkusu... IŞİD korkusu...
Sokaklar polis kaynıyor.
“Eyvah... Mülteciler...”
“Mülteci” kavramı da öyle bir hale gelmiş ki...
Mülteci derken sanki bir ‘şey’miş, bir ‘mahluk’muş gibi konuşuyorlar. Bir eşyadan bahsediyorlar gibi.
Sanki Avrupa’nın sömürge tarihindeki kanlı mezarlar açılmış, kölelerin kemikleri sınırlarına yığılıyor.
Öyle bir korku yani.
O yüzden adını iyi koyalım.
Halep’teki kan, Avrupa’nın öncelikli meselesi değildir. Öncelikli mesele kapıya dayanan ‘mülteci’ akınıdır..
Ve bu akının yarattığı siyasi deprem. Özellikle Almanya’da yükselen milliyetçilik... Ve o ırkçılığın Merkel’in AB’yi ayakta tutma çabalarına saldırması. Kırıp dökmesi...
O yüzden yine geliyor Merkel...
Mülteciler için Türkiye’ye vaat edilen 3 milyar Euro’yu 10 milyara çıkaracak.
Türkiye’den istediği de şu:
1) Mültecilerin Avrupa’ya geçişini engelle.
Bunun Türkçe anlamı şudur: Rusya ile NATO’yu karşı karşıya getirme.
2) Suriye’deki IŞİD baskısı mülteci akımı yaratıyor. Bizim önceliğimiz bunu durdurmak.