Bundan tam beş yıl önce piyasada en çok alınıp satılan Hazine tahvilinin faizi yüzde 6.55 düzeyindeydi. Dün sabah saatlerinde ise yüzde 17.83’e ulaştı. Neredeyse üçe katlanan bir faiz gerçeği var önümüzde. Yine bundan tam beş yıl önce Mayıs 2013 için açıklanan yıllık tüketici enflasyonu yüzde 6.51’miş. Dün Mayıs 2018 için açıklanan tüketici enflasyonu ise yüzde 12.15 idi. Yıllık tüketici enflasyonu ikiye katlanmış vaziyette. Para politikası açısından daha önemli olan temel enflasyonda ise durum şöyle: Mayıs 2013: Yüzde 5.56; Haziran 2018: Yüzde 12.64: Orada da iki kat artış söz konusu.
Bir musibet bin nasihatten iyiymiş. Musibetin “üçe katlanan
faiz-ikiye katlanan” enflasyon olduğu açık. Bin nasihat ise
“yapmayın etmeyin, enflasyon ciddiye alınmalı” ya da “faizi
düşürmek için olmazsa olmaz olan faizi yükselten nedenleri ortadan
kaldırmaktır; suni faizi indirimleri bir süre sonra daha yüksek
faiz ve enflasyon olarak geri döner” mealindeydi.
Burada hata sadece ekonomi yönetiminde değil. Ekonomi
potansiyelinin üzerinde büyürken, dolayısıyla bunun sürdürülebilir
olmadığı açıkken, çoğu yorumcu ekonomi kanallarında ya da
köşelerinde “enflasyon da önemli ve fakat büyümeyi de düşünmeli”
mealinde yorumlar yapıyorlardı. Son zamanlardaki artış dönemi
hariç, enflasyon hedefin 3-4 puan üzerinde seyrediyorken iş
çevrelerinden de uyarıcı bir eleştiri yapıldığını hatırlamıyorum.
Oysa büyüme-enflasyon-faiz meselesi o kadar karışık, içinden
çıkılmaz bir mesele değil. Basit gerçekleri kabul etmekten geçiyor
iş. Şunları özellikle:
Bir: Hayatın her alanında olduğu gibi ekonomik büyümede de
potansiyelin üzerinde kalınan her süre, bu durumun bitişine
yakınlaşıldığını gösterir. Üstelik potansiyelin üzerinde ısrarla
kalmaya çalışmak ekonomik dengeleri bozar: Türkiye örneğinde dış
borcunuz artar, cari açığınız yükselir, enflasyon artar ve faize
yukarıya doğru baskı yapar. Zamanla ekonominiz kırılganlaşır.
İki: Asıl marifet sürdürülemez bir durumu sürdürmeye çalışmak için
maliye politikasını gevşetmek, suni faiz indirimleri yapmak, oraya
buraya getirisi iyi ölçülmemiş teşvikler dağıtmak değil, büyüme
potansiyelini artırmaya çalışmaktır. Mesela okul öncesi eğitimi
yaygınlaştırmak ve yoksulların ulaşmasını kolaylaştırmak,
öğretmenliği cazip hale getirmek ve onların kalitesini yükseltmek,
fen ve teknoloji liselerini çoğaltmak, çalışanların niteliğini
artırıcı kurslar açmak, kalitesiz doktora programlarını kapatıp
yurtdışındaki programlardan kaliteli olanlara çok sayıda öğrenciyi
doktoraya yollamak gibi. Mesela vergi vermemeyi özendiren vergi
aflarını hayta geçirmek değil, vergi veren sayısını artırmaya
çalışmak (kayıt dışı ile mücadele etmek), artan vergi gelirleri ile
de eğitim reformunu finanse etmek gibi.
Üç: Merkez Bankası’nın işi enflasyonla mücadeledir. Elbette enflasyonla tek başına Merkez Bankası mücadele edemez. Özellikle maliye politikasının da ona yardımcı olması gerekir. Ama Merkez Bankası enflasyona odaklanmalıdır. Aldığı faiz kararlarını “ne için” aldığını sorgulatmamalıdır. Böyle yaparsa, potansiyel büyümeyi artıracak reformların daha rahat yapılmasına zemin hazırlar, planlama ufkunu genişletir, yatırım ortamını iyileştirir, dar gelirlinin cebinden enflasyon vergisi almamış olur çünkü.
Dört: Yüksek faiz; özellikle de enflasyonun çok üzerinde bir faiz istenilir bir şey değildir. Yüksek faizle mücadele onu doğuran nedenleri ortadan kaldırarak olur. Mesela Türkiye’ye ilişkin risk algılamasının yükseldiği her dönemde faiz sıçrar. Buradan alınacak ders, riski azaltmaya çalışmanın faizi düşürme çabasının olmazsa olmazı olduğudur. Suni olarak faizi düşürmeye çalışmak, riski artıracağı için faizi yükseltir.