Uzun bir süredir, Türkiye ekonomisinin temel kırılganlık kaynağının döviz cinsinden borçlarının döviz cinsinden alacaklarına kıyasla çok yüksek bir düzeyde bulunması olduğuna dikkat çekiyorum. Bu kırılganlık, döviz kurundaki sert ve görece uzun süreli yükselişlerin özellikle şirketler kesiminin bilançosunu sarsmasına yol açıyor. Döviz kurunda bu tip hareketlerin önemli bir kısmı Türkiye’nin kontrolünde olmayan nedenlere bağlı olarak ortaya çıkıyor. Mesela, gelişmiş büyük ülkelerin merkez bankalarının parasal sıkılaştırmaya gitmeleri, hele bu sıkılaştırmanın şiddetleneceği beklenirse Türkiye ve benzer kırılganlıklara sahip ülkelerde önemli tahribatlara yol açabiliyor. Genellersem, Türkiye ekonomisi yurtdışından sermaye (dış kaynak) girişinde oluşabilecek belirgin azalışlara karşı hassas. Bu azalışları tetikleyecek sadece gelişmiş büyük ülkelerin merkez bankalarının parasal sıkılaştırmaya gitmeleri değil elbette; jeopolitik sıkıntıları ve benzerlerini de ekleyebilirsiniz listeye.
Birkaç rakam vereyim (Kaynak: Merkez Bankası). Finans dışı özel şirketlerin uzun vadeli dış borç stoku 2005 sonunda 27, 2007 sonunda ise 70 milyar dolar düzeyindeydi. Kasım 2017 itibariyle, bu değer 2005 sonuna göre yüzde 298, 2007 sonuna göre yüzde 54 oranlarında yükselerek 111 milyar dolara ulaştı. Bunlar sadece uzun vadeli dış borç rakamları. Keskin kur yükselişlerinin şirketler kesiminin bilançosunu tahrip etmesi sadece uzun vadeli dış borç üzerinden olmuyor. Yurtdışına ve yurtiçine döviz yükümlülükleri ile döviz varlıkları arasındaki fark (döviz pozisyonu açığı) çok daha önemli. Finans dışı şirketler için bu açığın gelişimi şöyle:
2005 sonunda 22, 2007 sonunda 54, Ekim 2017’de ise 212 milyar dolar. Çok çarpıcı bir yükseliş söz konusu. Ekim 2017’deki döviz pozisyonu açığının arkasında, 326 milyar dolarlık borca karşın, varlıkların 114 milyar dolar düzeyinde kalması var. Bu borcun yaklaşık 184 milyar doları yurtiçi kaynaklardan, 103 milyar doları ise yurtdışı kaynaklardan nakdi kredi olarak alınmış. Kalan 39 milyar dolar ise ithalat borçlarını gösteriyor.
Durum ortada. Kur riski açısından, yurtiçinden sağlanan kredilerin bir kısmının döviz cinsinden değil de dövize endeksli olması (184 milyar doların 20 milyar doları) bir şeyi değiştirmiyor. Sonuçta keskin kur artışları önemli bir tehlike arz ediyor bu şirketlere. Geçmişten iki örnek vereyim. Birincisi, 1996-97 Asya finansal krizinden. Bu krizden sonra, ekonomistler bilanço dengesizliklerinin (özellikle döviz pozisyonu açığının) ne kadar önemli olduğunu daha iyi anladılar. Herhangi bir nedenle oluşan keskin kur hareketleri bu tür dengesizliklere bağlı olarak ülkelerin büyüme oranlarında ve istihdam düzeylerinde sert düşüşlere yol açtı çünkü. Özetle şu mekanizmayla: Kur artışı nedeniyle önemli zararlara uğrayan şirketler yatırım yapmadılar, dahası mevcut faaliyet düzeylerini azalttılar ve işçi çıkardılar. Bu ortamda, bir yandan şirketlerin artan riski nedeniyle diğer yandan da dış finansman kaynaklarının kuruması nedeniyle, bankalar kredi musluklarını kapattılar. İşsiz kalanların harcamaları azaldı. Bir sonraki “döngüde” (bir süre sonra) bu gelişmeler şirketlerin faaliyet hacmini daha da daralttı, işsizliği iyice yükseltti, harcamaların daha da kısılmasına yol açtı… Başka döngülere gerek yok. Sonuçta, bilanço bozuklukları önemli.
İkinci örnek yakın geçmişten: Mayıs 2013’te o zamanki ABD Merkez Bankası Başkanı Bernanke’nin “ileride” parasal sıkılaştırmaya gideceklerini belirttiği meşhur konuşmasından sonra, bu karardan en olumsuz etkilenecek beş ülke arasında Türkiye’nin de ismini sayılmasının temel nedenlerinden biri de sözünü ettiğim açık döviz pozisyonuydu. Bu algı, o dönemde Türkiye’nin riskini yükseltti ve bugüne kadar geçen süreçte finansal piyasalarda ne zaman risk alma iştahı azalsa, Türkiye’nin bu kırılganlığı hep gündeme getirildi.