Belli bir amaca ulaşmak için ekonomi politikası önerisi geliştirirken ilgili kısıtlara dikkat etmek gerekir. Mesela, son günlerde gündeme gelen “bankaların kaynak maliyetini indirerek faiz oranlarında düşüş sağlamak” önerisini ele alın. Sermayesini bir tarafa bırakırsak, bir bankanın üç ana kaynak edinme yöntemi var: Mevduat alabilir, tahvil çıkarabilir ve yurtdışından tahvil dışındaki araçlarla borçlanabilir. Bu fonların maliyeti ne kadar düşük olursa, “normal” bir kâr oranı olduğu kabulüyle, o bankanın açtığı kredinin faizi de o kadar düşük olacaktır. Dolayısıyla, banka dışı şirketler kesimine ve hanehalkına açılan kredilerin faizlerini düşürmeyi amaçlayan bir ekonomi politikasının, bankaların kaynak maliyetini düşürmeye odaklanması yerindedir. Ama bir şartla: Geliştirilen politikanın, amaç ile çelişen bir sonuca yol açmaması gerekir.
Gelin, bu basit önerme çerçevesinde gündemdeki öneriyi değerlendirelim. “Bankaların kaynak maliyetini indirerek faiz oranlarında düşüş sağlamak” önerisinin temel amacı nedir? Şirketler kesimine ve hanehalkına açılan kredilerin faizlerini düşürerek tüketim ve yatırım harcamalarını tetiklemek ve büyüme oranını artırmak. Ama dikkat: Kredi faizinin düşmesini sağlarken kredi miktarının azalmasına yol açmamanız gerekir. Kredi miktarı düşerse, tüketim ve yatırım harcamalarını artıramaz ve büyüme oranını yükseltemezsiniz.
Kredi miktarının düşmemesi için öncelikle bankaların topladıkları fon miktarının azalmaması gerekir. Türkiye’de bankaların temel fon kaynağı mevduattır. Bankaya mevduat yatıracak kişinin enflasyon oranının altında bir faizi kabul edeceği düşünülemez. Enflasyonun altında bir faiz oranından bankaya parasını yatırmak yerine, döviz alabilir ya da parasını harcayabilir çünkü. Bu durumda temel kısıt hemen ortaya çıkıyor: Mevduat faizi enflasyonun altında ya da ona eşit olamaz (mevduat cinsinden fon için geçerli olan bu kısıt elbette tahvil cinsinden fonlar için de geçerli).
Öyleyse, geliştirilecek ekonomi politikası, mevcut mevduat ve kredi faizi enflasyonun bayağı bir üzerinde ise işe yarayacaktır. Peki, ne olabilir böyle bir politika? Bankaların enflasyon dışında kalan maliyetlerine bakmak gerekir (Dikkat: Enflasyonu da bir maliyet unsuru olarak ele aldım; nedeni yukarıdaki basit analizin bizi ulaştırdığı sonuç). Bankaların kendi kontrolleri altında olan maliyetleri var; mesela personel maliyetleri. Bir de yürürlükteki mevzuat nedeniyle oluşan maliyetleri var. Bankaların kendi kontrolleri altındaki maliyetlere ekonomi politikası oluşturanların doğrudan bir müdahalesi mümkün değil. Öyleyse mevzuata odaklanmak gerekir.
Bu çerçevede hemen akla gelen maliyet kalemleri, zorunlu karşılık oranları ve sermaye yeterlik oranları gibi Merkez Bankası ile Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu tarafından belirlenen oranlar ile vergi oranları. Mesela zorunlu karşılık oranlarını düşürmeye çalışalım. Ne olacak? Bankalar topladıkları her bir lira ile eskisine kıyasla daha fazla kredi açabilecekler. Tüketim ve yatırım harcamaları -diğer belirleyici unsurlarda bir olumsuzluk yoksa- eskisine kıyasla daha fazla artacaklar. Olumsuzluk varsa, zaten böyle bir politika işe yaramayacak. Olmadığını düşünelim. O zaman şu noktaya dikkat etmek gerekir: Harcama artışı enflasyonu artırır mı? Artırırsa, yine başa –mevduat faizinin enflasyon altında kalamayacağı gerçeğine- döneriz; genel bir faiz düşüşü amacına ulaşamayız.
Akla gelebilecek başka mevzuat değişiklikleri için de benzer olumsuzluklar dile getirilebilir: Hem zorunlu karşılıklarda hem de sermaye yeterlilik oranlarında hem de benzerlerinde faiz oranlarını düşürmeye yönelik değişiklikler finansal istikrar açısından ve enflasyon açısından sakıncalar yaratabilir. Bu durumda, ekonomi politikası kararı alanların faiz oranlarını düşürmek istiyorlarsa temel olarak odaklanmaları gereken nokta enflasyondur. Elbette bu temel amaca yönelik adımlar atılıyorken, mevzuatta finansal istikrarı ve enflasyonu olumsuz yönde etkilemeyecek düzenlemeler de yapılabilir. Ama temel soruna odaklanmadan mevzuatta değişiklikler pek bir işe yaramayacaktır.