Bugün geçmişe, 2001 krizi öncesine dönmek istiyorum. Krize giden
süreçte bankacılık sektöründeki bozukluklar giderek artmış ve
sonuçta krizin önemli nedenlerinden biri hem özel bankalardaki hem
de kamu bankalarındaki önemli sorunlar olmuştu. Ancak, bankacılık
sektörüne bir bütün olarak bakmak, o dönemdeki sorunların olanca
çıplaklığıyla ortaya çıkmasını engeller. Zira kamu bankaları ile
özel bankalar arasında önemli bir ayrışma gerçekleşmişti. Özel
bankaların ilk temel ayırt edici özelliği repo cinsinden çok kısa
vadeli borçlarının bilançodaki ağırlığıydı. Bu bankaların ikinci
ayırt edici özellikleri ise döviz cinsinden mevduatlarının lira
cinsinden mevduatlara kıyasla yüksek düzeyiydi. Açık ki özel
bankalarda önemli bir bilanço bozukluğu vardı: Kur ve faiz
yükselişlerine çok daha fazla duyarlıydılar.
Kamu bankalarında ise temel sorun çok farklıydı. Kamu kesiminden
alacakları, özellikle “görev zararları” karşılığında yazdıkları
alacaklar çok yüksek miktarlara ulaşmıştı. Mesela 1999 sonunda
“görev zararı” alacakları tüm varlıklarının yüzde 32’sine
ulaşmıştı. 2000 sonunda da benzer bir oran söz konusuydu. Ancak bu
alacaklarını tahsil edemiyorlar, dolayısıyla sayısız finansman
sorunuyla cebelleşiyorlardı. Kamu bankalarının bu işlemlerden
uğradıkları zararların da büyük katkısıyla öz varlıkları yerlerde
sürünüyordu: Mesela, Haziran 2000’e gelindiğinde sermayelerinin
bilanço içindeki payı yüzde 3.5’e düşmüştü. Kısacası büyük bir
sermaye yetmezliği çekiyorlardı. Peki, “görev zararı” neydi? “Görev
zararı”, kamu bankalarına devlet tarafından verilen ve tarı...