Ben onu ilkin âmâ şarkıcının acemi nağmelerini dinlerken, sanki onu kimseler dinlemezse etrafını çevreleyen karanlık daha da artarmış ve artan karanlıktan ben mesulmüşüm gibi şarkısını bitirmesini, bitirdikten sonra alkışlamayı alkışladıktan sonra cebimdeki son bozuk paraları ona vermeyi beklerken... GÖRDÜM.
Onbeş Temmuz şehitlerinin fotoğraflarına bakıyordu. İlkin şaşırmadım. Yenikapı istasyonunda Mustafa Cambaz ile karşılaşınca... Bir vakit fotoğrafın karşısında durduğumu, benimle birlikte dünyanın durduğunu ve bu hız çağında dünya ancak iyilerin kendi hamurlarından kattığı maya ile işte böyle dursun Allah’ım diye dua ettiğimi hatırlayınca...
Dedim ki, bu kadın bir sevdiğini burada buldu. Bir sevdiğini burada bulunca bir müddet burada duracak. Kadın durdu. Ben durdum. Ben durdukça acemi kör şarkıcı (kendinden bahsederken kör şarkıcı dediğini duymuştum) en acı türküleri birbirine ekledi. O ekledi biz bekledik. Biz bekledik, o türküyü türküye ekledi. Gözü kör gönlü açık bu adam bizim bekleme frekansımızı mı hissetmişti? Onun frekansı ile biz bekleyişin içinde kaybolmayı mı göze almıştık?
Yolcular geldi geçti. Kimisinin sesini duydum, kimisinin ayak sesini. Kimisinin küfrünü duydum kimisinin hıçkırığını... Telefon ile kavga edenleri duydum, içindeki acıyı bir nefeste dışarı çıkarmaya çalışanları dinledim. Sonra hepsi gitti, sesler bitti.
Sonra o orta yaşlarını süren kadın da gitti. Trene doğru değil de yolculuktan vazgeçmişçesine çıkışa doğru yürüdü.
O gün güvenlik görevlilerine kim bu kadın diye sormadım. Kadının nöbet tutarmış gibi beklediği fotoğrafın önünde, nöbeti devralmışçasına bir müddet de ben bekledim. Fotoğraftaki genç kızın gülen yüzüne, hayatı bir yudumda içmişçesine neşe ile bakan gözlerine, omuzuna düşen tek örgü saçına baktım.