Gündelik hayatta son yıllarda en çok duyduğum cümlelerden biri, “Artık okuyamıyorum.” Bu cümleyi söyleyenlerin bir kısmı eskiden okuduğunu ama artık okuyamadığını söylese de henüz 20’li yaşlarında olan gençlerin “Artık okuyamıyorum.” cümlesiyle tam olarak neyi kast ettiğini anlamak pek kolay değil.
Bir zamanlar birbirimizin okuma yolculuğuna eşlik ettiğimiz arkadaşlar arasında da dertlenerek, gamlanarak birbirimize “Artık okuyamıyorum.” itirafında bulunuyoruz. Bedendeki kasların ve sinirlerin aşınmışlığı, ilerleyen göz rahatsızlığı, yaşlı ve torun bakımı hizmeti verirken, hayatın gittikçe artan temposuna mukavemet etmek... Böyle durumlarda herkes kendi “okumaya yetişme/yetişememe” deneyiminden bahsediyor. Kimi ancak yolda okuyabildiğini söylüyor, kimisi okuyanların okuma paylaşımlarına gıpta ile baktığını, hatta bazen haset ettiğini söylüyor.
İnsanların bir araya gelme mekânları bir hayli değişti büyük şehirlerde. Cenaze, düğün bir de sanal mekânlarda rastlıyor insanlar birbirine. Hal böyle olunca geçmişi güne bağlayan sohbetlerden mahrum, her şeyin tam da şimdi ortaya çıktığı yanılgısına sıkça düşüyoruz. Oysa bazı “sıkıntılar” insanlık tarihi kadar eski. Mesela...