I-
Bilmezsiniz, bendenize en ağır felsefi bahis olarak zamanı kavramak geldi. Dini bilgi olarak zamanın mahlûk olduğunu öğrendiğimde 20’li yaşlarımın başındaydım ve meseleyi bir türlü kavrayamadım. Herkes kavradı da bir ben kavrayamadım zannediyordum. Uzun yıllar, başlığında “zaman” kelimesini gördüğüm bütün kitapları almaya gayret ettim. Peki, bir ilerleme kaydettim mi? Hayır. Okudukça mesele biraz daha çetrefilleşti. Zamana dair okudukça anlamı kaybettiğimi fark ettim. Hangi anlamı? Hayatın anlamını.
Zaman üzerine düşünmek benim haddim değildi, zamanı idrak etmek dışında alabileceğim bir mesafe olmadığını kavradığımda otuzlu yaşlarımı geride bırakmıştım.
Kırklı yaşlarımı “zamanı idrak” etmek temrini ile geçirdim. Bir zikir gibi tekrarlıyordum, şimdi buradayım, bu zamandayım bu mekânın hakkını ve bu zamanın benim üzerimde kayıtlı duran hakkını ödemeliyim. O hakkın ne olduğunu kestiremiyordum. Hayatta muhakkak daha önemli bir işim olacaktı, o işe kavuşuncaya kadar şimdi burada, “buranın hakkı” neyse onu ödemeliydim. Onun için ilk kitabım yayınlandığında niçin yazıyorsunuz sorusunu, daha önemli bir işim olmadığı için diye cevaplamıştım. Zamanla daha önemli bir işim olacaktı ve ben yazmaktan azat olacaktım. Daha önemli bir işimin olamayacağını/olmayacağını kavradığımda ömrümün 50 yılını geride bırakmıştım.
Kırklı yaşlarımda, yüksek lisans öğrencisi iken anlamak için çok gayret ettiğim ‘ibn el vakt’ kavramına geri döndüm. Son yıllarda bilmiyorum neden ‘ibn el vakt’ olma idrakini en çok bayramlarda yitirdiğimi görüyorum. Zamanı kuşanma noktasında en noksan olduğum zamanın bayramlar olduğunu düşünüyorum.
Bayramlarda bir araya geliyoruz çok şükür. Aynı mekânda buluşanlar aynı iklimi soluyor mu? Bayram ikramı oluyor elbet. Şöyle bir hal hatır ya soruluyor ya sorulmuyor. Bayram sohbeti oluyor mu? Herkesin, elindeki cep telefonundan yanındakine “bak ne komik!” diye bir vidyo göstermesini sohbete dâhil mi ediyoruz?