- I -
Birkaç yıldır gündelik hayatın pek çok fotoğrafında Tekâsür Suresi’ni hatırlıyorum. Tekâsür Suresi içinde yaşadığımız hayatın, bu hayattan bize sıçrayan döküntülerin, kalbimizde bıraktığı izi temizleyen, kendimizi idrak etmemizi sağlayan sure. Elbette Kur’ân-ı Kerim’in her suresinde bizim için sayısız ibret var. Tekâsür Suresi’ni özellikle zikretmemin sebebi, içinde yaşadığımız çağın rakamsal veri çağı olmasından kaynaklanan hasarlara karşı bizi bizimle karşılaştırması.
Tekâsür Suresi ile ilgili çarpıcı bir bilgi öğrendim geçen akşam. İftarı beklerken daha önce zevkle okuduğum Mustafa Merter’in “Dokuz Yüz Katlı İnsan”ını elime aldım. Kitabın sayfalarında gezintiye çıkmadan önce merhum Ayşe Şasa’yı hatırladım. Bu kitaptan ne kadar çok bahsederdi. Niyetim altı çizili satırları tekrar okumaktı. Malum iftar öncesi idrak zayıf oluyor. Henüz yeni gelmiş bir kitabı da daha önce okumuş olduğum kitabı da rastgele bir yerden okumayı çok severim. Bu defa kitabı rastgele açacak ama sadece altı çizili satırları okuyacaktım.
Besmele çekip açtım. Muhammed Esed’den satırlarla karşılaştım. Muhammed Esed’in, Müslüman olmasına vesile olan bir andan bahsediliyordu... Muhammed Esed ve eşi henüz Müslüman olmadıkları bir zamanda metro ile yolculuk yaparken bir şey dikkatlerini çeker. Bundan sonrasını Mustafa Merter’in satırlarından aktarıyorum:
“Muhammed Esed 1926 yılının sonbaharında bir gün Berlin metrosunda seyahat ederken gördüğü yüzlerin istisnasız derin ve gizli bir acıyla kasılı olduğunu müşahede eder. Duyduğu sarsıntıyı yanında bulunan Elsa’yla paylaşır. Elsa şaşkınlıkla “Cehennem azabı çekiyorlar sanki... Acaba kendileri bunun farkında mı” diyerek onu tasdik eder. Esed, bu acıları insanların gerekçesiz, inançsız ve fasılasızca refah peşinde koşmalarına bağlar. Eve döndüklerinde masada açık kalmış Mushaf’ı görür. Kapatıp kaldırmak için uzandığında gözü Tekâsür Suresi’ne ilişir. Birden surenin o gün metroda yaşadıklarının tam bir yansıması olduğunu hisseder ve şöyle düşünür: “Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bu gün olduğu kadar ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştır... İfrit insanların boyunlarına binmiştir, kamçısını tam yüreklerinin başına indirir ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehler onları...” Ne kadar hikmetli olursa olsun bir insan, yirminci yüzyıla özgü bu acılı koşuyu kendiliğinden bilemezdi. Böylesine hakim bir perdeden, böylesine apaçık bir üslupla dile getiremezdi. Hayır Kur’an’da konuşan, Hz. Muhammed’in (as) sesinden daha güçlü, daha yüksek bir sesti ve bütün zamanları aşarak ulaşıyordu insanın kulağına... Esed bu olaydan kısa bir süre sonra Elsa ile birlikte Müslüman olduğunu açıklar. Böylece on dokuz yaşındayken görüp çoktan unutmuş olduğu bir rüya tecelli etmiş olur. Bu rüyada Esed, içinde bulunduğu bir metro treninin yeraltından çıktıktan sonra saplandığı sonsuz ufuklu bir batakta, az ötede çökmüş duran ve kendisini beklediğini hissettiği, yüzü örtülü kısa kollu harmanili binicisi olan bir devenin terkisine binerek, saat, gün ay, kısaca zaman kavramını yitirecek kadar uzun bir yolculuk sonunda, yakmayan fakat kör edici parlaklıktaki beyaz ışığa vardığını görmüş ve tasvir edilemez ahenkteki bir sesin “Burası Batı’nın en uç şehri” dediğini işitmiştir. Yıllar sonra binicinin Hz. Peygamber (as); ışığın, kavuştuğu iman, işittiği sözlerin ise Batı’daki hayatının sona ereceğinin habercisi olduğu tefsiriyle karşılaşacaktır.”
“Dokuz Yüz Katlı İnsan”ı 2006 yılında okumuşum. Ama o zaman yukarıda alıntıladığım kısım ile ilgili olarak Muhammed Esed’in Müslüman olmasını, Müslüman olmadan önce bir araştırmacı olarak Kur’an-ı Kerim okumakta olduğuna odaklanmışım. Tekâsür Suresi’ni henüz idrak etmemişim.