Hatıraların mahzenine daldığımda ilk komşu kavgasının çöp
yüzünden olduğunu hatırlıyorum. Rahmetli büyükbabam çöpünü kova ile
kapının dışına üstü açık bir şekilde bırakan karşı komşumuza çok
kızardı. Çöp kovasının başında eyleşen kara sineklerin büyüklüğü
insanı katil edecek ebatlardaydı çünkü.
Karpuz kabuklarını öylece çöp kovasının içine bırakan karşı
komşumuz şehirli, biz “köylü” idik. Çöp yüzünden çıkan tartışmada
bigudili başı ile bakkala ve manava gitmekte sakınca görmeyen
“şehirli” komşumuz bize “pis köylüler” diye hakaret ettikten sonra
kapıyı yüzümüze çarpıp içeri girmişti.
“Pis köylüler” olarak bizim çöpümüz pek azdı. Rahmetli büyükannem
yazın karpuz kavun kabuklarını kapımıza süt getiren sütçü için ince
ince doğranmış olarak hazır ederdi. Kışın narenciye kabukları;
kurdun, kuşun hakkı var diye sobanın üzerinde yakılırdı. Ümmî
insanların hayat tasavvuru bizimkinden çok başka. Sobanın üzerinde
yanan kabuklar bacadan çıkan dumanı hoş hale getirecek ve kurtlar,
kuşlar da bu kokudan nasibini alacak. (Büyükannem ölünceye kadar
mandalina, limon kabuklarını sabanın üzerinde kurdun kuşun hakkı
için yakmaya devam etti.)
O yıllarda ekmeğin, yemeğin artığı olmaz, ambalajlı ürünün satın
alınması ise mümkün değildi. Evimize her şey çuval (patates,
bakliyat, şeker, un, ceviz vs.) ya da teneke ile (pekmez, yağ vs.)
girerdi. Herkesin cebinde filesi olurdu. Fileden düşecek olan
ürünler kese kağıdına konulur, kese kağıtlarının düzgün olanları
bakkala ya da kapının önünden geçen “eskici”ye satılırdı. Okunmuş
gazeteleri ise ocakta kaynatarak yaptığımız tutkallar ile bakkal
için bizzat biz kese kağıdı haline getirirdik. Küçük çocuklar paket
yapma işine “şeytan külahı” ile başlar, sonra kese kağıdı ustası
olurdu.