Yangın ile kül olan hayatların ve umutların ardından konuşmamız
gereken en önemli mesele “koruyucu adalet”.
Diyeceksiniz ki hukuk hukuktur. Koruyucu hukuk, “koruyucu adalet”
de nedir?
Tıp tıptır, koruyucu tıp da ne imiş demiyoruz, öyle değil mi?
Nasıl ki “koruyucu tıp” hastalık olmadan hastalığı engelleyici
tedbirler almayı önceliyor ise, “koruyucu adalet”i sağlamak için
de, suça götüren en önemli unsur olan vicdansızlığı besleyen
durumlar, yapılar üzerine çalışılmalı.
Polis teşkilatında, “Herkesin polisi kendi vicdanıdır, polis
vicdanı olmayanların karşısındadır” ibaresi yer alır.
Suçu engelleyen en önemli şey vicdanımız.
Kimin vicdanı nereden sızlar, nasıl sızlar bunu bilme imkanına
sahip değiliz.
Ama vicdanların sızlamasını engelleyen unsurlar nelerdir bunlar
üzerinde konuşabiliriz.
Bir suç unsuru ortaya çıkınca ekranlara dikkat kesilin.
Göreceksiniz daha ziyade gazeteciler ve hukukçular konuşuyor.
Meydana gelen olayla ilgili olarak gazeteci ve hukukçu bakış açısı
bize ibret sunmaz. Vicdanımızı sızlatmaz, hanemize mesuliyet
bilinci düşürmez. Ekran karşısında payımıza düşen şey, sadece ve
sadece mesuliyetsiz bir suçlama hürriyetidir. Dikkat edin hiç kimse
hiçbir konuda mesuliyet sahibi değil. Herkes bir başkasını
suçluyor. Giderek kabahati hep başkalarına atan “ürkmüş çocuk”
modelinde toplaşıyoruz.
Birileri “malzemeden çalmış”, birileri “malzemeden çalanları
korumuş”, “birileri malzemeden çalanları koruyanları korumuş” böyle
devam edip gidiyor ekran tartışmaları.
Aksaklıklardan, kasten adam öldürme gibi algılanan ihmallerden
hepimiz sorumluyuz.
Sorumluluk bilincinin inşa edilebilmesi, “koruyucu adalet” inşa
etmek üzere seferber olunabilmesi için öncelikle psikologların,
sosyologların, sosyal hizmet uzmanlarının, pedagogların yaşadıkları
çağı kavramaları ve Türkiye için söyleyecek sözlerinin olması
gerekiyor.
Bahsettiğim kişiler ekranlara davet edilmiyor mu?