Siyah başörtüsünü beyaz süveterinin üzerinden şal gibi beline kadar uzatmış bir genç kadın... Elinde, evinin sığdırabildiği bütün değerli eşyalarını doldurduğu karton kutu... Hemen arkasındaki, nişan tahtasına döndürülmüş duvarları, oyularak gözü alınmış bir yüze çevrilmiş pencereleriyle duran ev, onun evi olmalı...
İç savaşın tahribatına uğramış herhangi bir Suriye kenti mi burası? Yoksa tepesine demokrasi bombaları yağdırılmış Bağdat’tan bir görüntü mü?
Fotoğrafın arka planında küçük kubbeleriyle tanıdık bir bina göze çarpıyor. Yabancımız olmayan bir coğrafyanın, kendi memleketimin bir parçası... Burası Diyarbakır ve kentin en merkezi mahallesi olan Sur...
Uzaktan Sezen Aksu’nun kendi dizelerine eşlik eden sesi geliyor: “Beni yak, kendini yak, her şeyi yak / Bir kıvılcım yeter, ben hazırım bak...”
Bir kıvılcım yetmiş gerçekten...
“İster öp okşa, istersen öldür” de diyor şarkı...
Kısa süre öncesine kadar “Öp, okşa” dönemini yaşamış bölgede şimdi ölüm meleği kol geziyor; hem kendini, hem her şeyi yakıyor; hem de seni, beni...
Çok değil, iki yıl önce, ülkemizin belki de en güvenle dolaşılabilen bölgesiydi burası. Neredeyse 30 yıl boyunca ataması çıkanın araya “dayı” sokup başka yerlere kaçtığı bir yer olmaktan çıkmış, oğlunu sınır beklemeye gönderen anne-babaların geceleri rahat uyuyabildiği, yatırım fakiri, turizm yoksunu olma özelliğini kısa zamanda telafi edeceği izlenimi alınan heyecan verici bir bölgeye dönmüştü.
Sezen Aksu’nun sesi ara nağmede daha da yükseliyor: “Allah’ım, Allah’ım, ateşlere yürüyorum / Allah’ım acı ile aşk ile büyüyorum.”