TÜRK siyasi hayatında yarım yüzyıla damgasını vurmuş Süleyman Demirel’in vefatı, beklendiği gibi, karmaşık duygulara yol açtı. Yaptıklarını hatırlayıp kendisini göklere çıkaranlar da oldu, yaptıkları yüzünden yerin dibine batıranlar da...
Abartılı övücü değerlendirmelere alışkınız da, “Ölülerinizi hayırla yâd ediniz”tavsiyesini ciddiye alan bir kültürde, henüz toprağa verilmemiş birinin arkasından bu denli kıyıcı eleştiriler okumak şaşırtıcı...
İngiltere’de 11 yıl başbakanlık yapmış Margaret Thatcher de ölümüyle ülkeyi ortasından ikiye bölmüştü. Kimi politikalarıyla ada halkını kendine getirdiği içinThatcher’i Panteon’daki ölümsüzler listesine yazarken, kimi gözlemciler yazılarıyla arkasından teneke çaldılar...
Demirel’in eleştirilecek pek çok yönü var; ancak dönemine, o dönem içerisinde başına gelenleri anlamaya çalışarak yaklaştığımızda, karşımıza farklı bir portre çıkıyor. Siyasi hayatına, mayınlı bir arazide, kendilerini “ülkenin gerçek sahipleri”olarak gören iktidar seçkinlerine karşı mücadeleyle başlamıştı Demirel; iki kez mayına basarak sistem dışı kaldı da...
Siyasi hayattaki son yılları, mücadeleyle sinirleri yıpranmış, artık savaşma gücü kalmadığı için teslim olma noktasına gelmiş, teslim olmak yerine, zamanın galipleriyle uzlaşarak rakiplerini devre dışı bırakmayı yeğlemiş birinin ihtiyarlık dönemidir.