Son zamanlarda zihnimin garip takıntıları var.
Kent içerisinde bir yerden diğerine giderken yol boyu iki taraflı sıralanan apartmanlarda yaşanan hayatlar aklıma takılıyor. Özellikle de akşamları. Işıkları yanıyor evlerin. İnsanları yemek sofrasında bir arada ya da oturma odasında televizyon karşısında tahayyül ediyorum. Ne konuşuyorlar, hangi sevinçleri-dertleri paylaşıyorlar, merak ediyorum.
Eskiden bu tür merakları başka ülkelerin insanları ve hayatları için de duyardım.
Merak gidermek işi o zamanlar romancıların göreviydi. Upton Sinclair, John Steinbeck, Honore de Balzac, Victor Hugo gibi -ilk ikisi Amerikalı, diğeri ikisi Fransız- romancılar yaşadıkları ülke ve çevreyi eserlerinde başarıyla yansıtırlar.
Ya da sahne oyunlarının… Fransızların kendine özgülüklerini Moliere’den daha iyi kim anlatabilmiştir?
Veya yedinci sanat olan sinemanın…
Bir merakım da şu: İnsanlar yaşadıkça fiziki yapıları, görünüşleri değişiyor; genç bir insan -erkek veya kadın- ileri yaşlarında gençliklerinden farklı bir görüntüye sahip oluyorlar. Değişimlerini onlara hatırlatacak eskiye ait fotoğraflar ve videolarla her gün kendilerini oldukları gibi yansıtan aynalar bulunuyor. Peki ya toplumlar? Onlar da değişiyor doğal olarak, peki değiştikleri nasıl anlaşılıyor?
Toplumların nasıl ve niceliğini, günümüzde, yapılan sosyolojik araştırmalardan, yürütülen anket çalışmalarından öğrenebiliyoruz.
Çoğu kişi evlerinin mahremiyetinde televizyonlardan kendileri dışındakilerin hayatı diye sunulan dizileri izleyerek merak gidermeye çalışıyor.
Eminim başka ülkelerin insanları da kendi televizyonlarında gösterildiği zaman bizim dizileri izlerken “Türkiye’de insanlar böyle yaşıyor” diye düşünmekteler.
Dizilerin sergilediği hayatlar gerçekten oralarda yansıtıldığı gibi mi yaşanıyor?
Kuşkuluyum.
Geçmişle ilgili olarak “O zamanlar yaşayan insanların hayatları nasıldı?” sorusuna cevap teşkil edebilmesi için yine edebi eserlere başvurmamız gerekiyor.