Cumhuriyet’in henüz genç sayıldığı bir zaman diliminde doğdum; bir anlamda bugün 100. yılını kutladığımız Cumhuriyet’in son üç çeyreğinin tanığıyım.
Her devlette olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin hayatı da düz bir çizgiye sahip değil.
Bir kere, kıtalar-aşan bir imparatorluğun mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti. İmparatorlukların tasfiye edildiği bir dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine kuruldu. Kurucu kadro, savaşlarda yıpranmış, yenilgilerle morali bozulmuş bir halkı İstiklal Savaşı ile güvene kavuşturmuş, önceki dönemde aralıklarla denenmiş Meclis’li bir yönetime geçişi sağlayabilmişti.
İlk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün İstiklal Savaşı’nı kazanan ordunun başkomutanı da olması, hiç kuşkusuz, bir ailenin -Osmanoğulları’nın- yönetiminden halkın kendini yönetmesine geçişinde ve ardından yeni dönemin temellerinin atılmasında büyük yararı olmuştu.
Atatürk’ün sağlığında çok partiye geçişin iki kez denenmesi, denemelerin başarıya ulaşamamasına rağmen amaçlananın demokratik bir sistem olduğunu düşündürüyor.
Biraz gecikmeli de olsa, Cumhuriyet’in ilk çeyreğinin sonunda, çok partili demokratik sisteme de geçildi.