Her sabah yazı masasına “Bugün şöyle kallavisinden bir ‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak’ yazısı yazayım” niyetiyle oturuyorum; ancak okurlarla paylaşılır hale getirdiğimde, yazımın, niyetimin çok uzağında kaldığını kendim de fark ediyorum.
Önceki gün ve dün öyleydi, korkarım bugünün yazısı da onlardan çok farklı olmayacak.
Türkiye’deki baskın hava, bugün, -ister muvafık ister muhalif olun, fark etmiyor- düşündüğünü bütün açıklığıyla ifade etmeye izin vermiyor. Pek çok yazarın yazılarını “Böyle yazmış, ama gerçekte ne anlatmak, ne demek istemiş?” sorgulamasına tabi tutmak gerekiyor.
Geçmiş iktidarlar döneminde, o iktidarı ellerinde tutanlar hangi çizgiden olursa olsunlar, lafı eğip bükmeden ifade etmek mümkün olabiliyordu; bugün o rahatlıktan uzağız. Lafın kendisi kadar onu nasıl söylediğiniz, yazıda anlattıklarınız kadar onu nasıl ifade ettiğiniz de önemli.
Umarım ne demek istediğimi anlatabilmişimdir.
Yazı hayatım boyunca pek çok kalem tartışmasına girmem gerekti. Her seferinde, daha yazı hayatımın en başlarında kendime koyduğum ilkelerden hiç şaşmadım. İlk ve en önemli ilkem şuydu: Biriyle ilgili bir iddiada bulunacaksam, o iddiayı destekleyecek yazılı veya sözlü kanıtlarım olmalı. Bir diğeri de şu: Cevap vereceğim zaman, muhatabımın söz veya yazısını hiç eğip bükmeden, gerçeğinden saptırmadan, olduğu gibi ve aynen alıntılayarak sunmak…