Fenerbahçe futbol takımının teknik direktörü Aykut
Kocaman’ı futbol şortlarının en frapan
olduğu 1980’li yıllardan beri tanıyorum. Türkiye ortalama vatandaşı
ise onu 1996 futbol
sezonu son maçından sonra daha iyi tanıdı. Trabzonsporlu
meslektaşlarının şampiyonluğu
kaybetmesinden dolayı üzgün olduğunu, Fenerbahçe’nin o yıllardaki
sahibi(!) Ali Şen’in
hilafına söylemiş ve gönüllerde taht kurmuştu.
Kocaman’la yan yana ise ilk kez Esenboğa havalimanında geldik.
Çalıştırdığı Ankaraspor ile
Antalya'ya gidiyorlardı. İlk izlenimim, boyunun göründüğünden kısa
olduğuydu. Koltuğunun
altında, futbolcunun genelde taşıdığı, içinde ne olduğunu hiç
kestiremediğim bir arzuhalci
çantası vardı.
Her zamanki gibi tek elini eşofmanın cebine sokmuş, uçağa giden
otobüsün camından
öylesine boşluğa bakıyordu. Yanındaki futbolcularıyla konuşmuyor,
etrafına da
bakınmıyordu. Bu bir göz kaçırma, gereksiz soru ve selamlaşmadan
kaçınma özeni değildi.
Aksine, dikkatlerin onun üstünde olup olmadığı kendisini hiç
ilgilendirmiyormuş gibi
duruyordu.
Bana trans halindeymiş gibi gelmişti. Ama mesleğine ilişkin bir
konsantrasyon içinde de
değildi sanki. Orada yokmuş, o bir hayaletmiş de insanlar onu zaten
görmemekteymişler(!)
gibi bir ruh halindeydi.
Etkilenmiştim gördüklerimden. O artık, golleri attıktan sonra
jimnastikçiliğinden kalma bir
çeviklikle havya sıçrayıp, sonra da soyunma odasına giden bir
futbolcu değildi. Şimdi futbol
yazar çizeri, klüp sahibi ve futbolu kendisinden iyi bilenlerin(!)
tribünde olduğu bir arenaya
atılmıştı. Dövüşmeliydi; kendisinden beklenen buydu.
Çünkü futbolculuğundan kalma saygın duruşu kendisini izliyordu.
Sporculuğunda sergilediği
farklılığın, yeni iş koluna nasıl yansıyacağının merakıyla
değerlendiriliyordu. Herkesin bildiği
Fenerbahçeli günler; Aziz Yıldırım'ın zor günlerinde gösterdiği
sadakat, dik duruş onu özellikle
Fenerbahçelilerin gözünde daha yüceltti.