Kim ne derse desin, Türkiye’de yabancı konuğuna dönük kitle turizmi 1970’li yıllarda Alanya ve Kuşadası’nda başlamıştır. İki kasaba da birbirinden farklı özellikleriyle Batı Avrupa turizm operatörleri ve yatırımcılarınca keşfedilmiş olmalılar.
Kuşadası’nı çok bilmiyorum, Alanya’yı anlatacağım...
Alanya’nın yaklaşık 70 kilometrelik, çoğu kumsaldan oluşan sahil şeridinin, özel mülkiyet haline getirilmemiş turistik tesisleri hariç her yerinden denize girilebiliyor. Benzerlerinden farklı olarak da, şehrin tam merkezi en güzel ve temiz plajlara sahip.
Yani diyeceğim, Alanya halkı ve konuklarının denizden yararlanmayla ilgili bir sorunları yok. İster hemen merkezdeki belediye plajından bikini, haşema ve kıspet, iç çamaşırı zenginliğinde sosyalleşebilir; istersen şehrin bir diğer alanındaki daha boş alanda denizin tadını çıkarabilirsin.
Bu durum yıllar önce de böyleydi. Örneğin 50 yıl önce şimdiki belediye plajının yerindeki gerçek kumsalda ( Turgut Özal zamanında belediye binası yapmak için kumsal dolduruldu!) kadın ve erkekler plajı yan yana idi. Daha sonra ise birleştirildi.
Turizmin gelişmesiyle Alanya göç aldı. Alanya’nın, denizden yararlanan yerli şehir merkezi ahalisine, bu konuda alışkanlığı olmayanlar da eklendi. Şehre yeni gelenler ve Alanya’nın kırsalını oluşturan daha muhafazakar yapı, denize girmek yerine mesire alanlarını tercih etti.
Turizm belde halkını zenginleştiriyor, ülke siyasetini belirleyenler de ondan nemalanmak için politik düzenlemelere gidiyordu. Turgut Özal’ın başbakanlığında, nüfusu 5 binin üzerindeki köylerin belde haline getirilmesi yönünde karar alındı. Bu kanun, şehir merkezi dışındaki bakir yörelerde yapılan turistik tesislerin haracının(!) o yöredeki hakim siyasetin kolayca kullanımına yarayacaktı!