Ninem çok hoş bir insandı. Babam onu tanımlarken çok “mukallit” bir kadın olduğunu söylerdi. Arapça olan mukallit kelimesinin taklit yapan kişi olduğunu sonradan öğrenmiştim.
Ninem yalnızca taklit yapmazdı. Dobra konuşan, espirili ve zeki bir insandı. Kalın camlı numaralı gözlüğünün ardından daha da büyük görünen gözleri, şaka yaparken fırıl fırıl dönerdi.
Kasabadaki kadınların ziynet ve paralarının emanetçisi olması, ne denli güvenilir bir insan olduğunun en büyük kanıtıydı. Belki de bu yetilerinin getirdiği özgüven ile onu tanımayanların tereddütle karşıladığı espiriler, yorumlar yapardı. Kimse de ona darılmazdı.
Yanına topladığı mahalle arkadaşlarıyla yaptığı sohbetlerde kendinden daha genç bir kadına “şarmuta” deyip, çevresindekileri kahkahaya boğduğunu hatırlıyordum. Küçük merakımla ne anlama geldiğini sormuş, yeterli yanıtı alamamıştım.
Daha sonraki yıllarda tanıdığım kayınvalidem de ninem gibiydi. O da daha iyi görebilmek için, saplarını daha yukarı yerleştirip odağını ayarladığı numaralı gözlüklerinin ardından kıs kıs gülerdi. Kayınvalidem de özellikle kadınlar için “paçavra” kelimesini kullanırdı. Bir de “yalloz”…
Aynı yaşta olduğumuz, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nde doğup Lübnan’da lise okuyan yani hem Rumca hem de Arapça bilen bir Amerikalı arkadaşıma yıllar sonra şarmutanın ne anlama geldiğini sordum. İki anlamı olduğunu söyledi. “Birincisi biraz hafif meşrep bir kadın demektir. İkincisi de, ‘Hani böyle elinde tuttuğun işe yaramaz bez parçası var ya…” derken ben hemen atlayıp, ‘paçavra mı?’ dedim. O da şaşkınlıkla, “Evet, tastamam o” dedi…
İki kadından ninem Cezayir, kayınvalidem de Girit asıllı idi. Her iki kadına büyüklerinden miras kalan deyimlerin birbiriyle olan geçişkenliği, dillerin etkileşiminin ilginç bir örneğini şarmuta ve paçavra kelimeleri oluşturuyordu.