Ayrık otlarının sarmaladığı, zehirli çiçeklerin doluştuğu; Üstad
Necip Fazıl’ın tabiriyle; "lağımların dışarıdan aktığı" meşhur
Bab-ı ali’de, bardağın boş kısmı görülüp haberleştirilirken, dolu
tarafını görüp haberleştiren ve refiklerinin kasvet verdiği yerde
"Huzur Veren Gazete" olarak arz-ı endam eden Türkiye gazetesinin
muhterem okuyucularına ve otuz seneyi aşkın bir süredir birlikte
çalıştığım mesai arkadaşlarımdan helallik isteyerek (varsa, ben de
hakkımı helal ederek) kendilerine veda ediyorum.
Kendisiyle, iki cihanı kapsayacak şekilde gönül bağımız olan merhum
Enver Ören Ağabey, beni gazeteye davet ettiğinde, devlet
memuriyetinde idim. Ardıma bakmadan istifa ettim ve çocukluğumdan
beri hayalini kurduğum gazeteciliğe fiilen başladım. Geldiğimde,
gazete boy atmakta olan taze bir fidan hâlinde iken; sözde
profesyonel çalışanları tarafından bırakılıp âdeta ölüme terk
edilmişti. (1986)
Terk edilmişlik, yokluklar ve imkânsızlıklar içinde bile yüzünden
tebessümü eksik etmeyen sevgili Enver Ağabeyimizin etrafında bir
avuç gönüldaş olarak kenetlendik; onun tabiriyle yek kalp, yek
vücut ve yek cihet hâlinde gecemizi gündüzümüze katarak çalıştık.
Evi-barkı, etrafı ve dünyayı unutarak; enerjimizi son raddesine
kadar işimizde tüketip, fidan hâlindeki gazeteyi Bab-ı ali’nin
gıpta edilen yayın organı hâline getirdik. (1.341.000 adet satışla
kırılan rekor, hâlâ Türkiye gazetesinindir)
Yanlış anlaşılmasın; elbette ki bu üstün başarı, A’dan Z’ye merhum
Enver Ağabeylere aittir; bize düşen şeref ise, bu başarılı ekibin
içinde bulunmaktır. Bunun için de ne kadar şükretsek azdır.
Zamanımızın bir tanesi olan o güzel insan, bize, hemen her gün yeni
ufuklar çizer; aşılması güç hedefleri belirleyip önümüze koyardı.
Onları bir bir aşar; doğrusu, nasıl aştığımızı biz bile
bilemezdik!
O mübarek insanın (Enver Ağabeylerin) bana söylediği; "Sen benim
ilk göz ağrımsın; kara gün dostumsun; dünya ahiret kardeşimsin!"
iltifatlarını yegane sermayem biliyorum.
Bu meyanda, acizane bendeniz de şunu iddia edebilirim ki; kadife
sesli o insandan aldığım sorumluluk zarfında, kapılarına tek bir
eğri ağaç getirmedim.
Bizler, Üstad Necip Fazıl’ın tabirleriyle; "önüne gelenle değil,
bizimle ölüme gelenle birlikte olduk" ve tarihe not düştük: "O
irtifa, o yükseklik çıkılmaz bir nokta mıydı; bilmem! Lakin, bu
inhitat, bu çöküş inilmez, dipsiz bir kuyu gibidir!"