Türkiye, başta Almanya olmak üzere; diğer NATO ülkeleri ile
birlikte ABD’nin hegemonyasına verilmişti. Dolayısıyla; Almanya da,
üst aklın emirleri doğrultusunda hareket etmek zorunda. Nitekim
Almanya Parlamentosu; “Ermeni soykırım tasarısını” kendi hür
iradesi ile kabul etmedi. Almanya şansölyesi Merkel, Davutoğlu
zamanında, Türkiye’yi “su kapısı” yapmış ve mahut antlaşmalar
çerçevesinde (Mültecileri geri kabul ve Vizesiz AB’ye giriş)
oyalama politikaları gütmüştü.
Biz de; her zaman olduğu gibi, uzatılan havuca kanmış ve koca AB’yi
Almanya’dan ibaret zannetmiştik! Oyalama politikalarına bile
tahammül etmeyen İngiltere ise, başbakanının ağzından gerçek
niyetini ortaya koymuş ve Türkiye’nin 3000’li yıllarda bile AB’ye
üye olamayacağı hezeyanını kusmuştu!
Geçen asır içinde dünya iki büyük savaşa sahne olmuş ve her bir
savaş sonunda; dünya ülkeleri, savaşın galipleri tarafından
parsellenip sahiplenilmişti. Türkiye, birinci savaşın sonunda
İngiltere nüfuzuna, ikinci savaşın sonunda da; İngiltere’den
alınarak ABD’nin nüfuzuna verildi.
Her iki sahiplenilmede de, Türkiye’ye biçilen rol: ‘NE OL; NE
ÖL!’dü; yani sürünmekti.
Türkiye, kendisine çizilen dairenin içinde hareket ettikçe, mesele
yoktu. Mesela; komşuları ile asla iyi geçinmeyecek; bilakis, her
birisi ile kanlı bıçaklı olacaktı. İslam ülkelerine sırtını dönecek
ve çok elzemse, bu ülkelerle münasebetlerini Batılı ülkeler
aracılığı ile yürütebilecekti.