Önümüze çıkan bilanço hayli
ağır.
Yetişen insan gücümüze mi
yanalım, geride bıraktıkları ailelerine mi, yoksa zarar
gören Türk Silahlı Kuvvetleri algısına
mı?
İstanbul Sancaktepe’de düşen
helikopter TSK’da eğitim için yararlanılan UH-1H tip olanlardanmış.
ABD tarafından Vietnam Savaşında yıllarca kullanılmış
ama 1976 yılında üretimi sonlandırılmış bir
helikopter tipi. ABD, 2004 yılından itibaren de
bu helikopterleri kullanmayı bırakmış.
Aynı tip helikopter 2006 yılında Erzincan’da düşmüş ve
5 subayımız şehit olmuştu.
2011
yılında Ankara’da
5, ardından Kocaeli’de 4 askerimiz
şehit düştü. Fail yine UH-1H
helikopterleri.
Şu anda bu helikopterlerden TSK
envanterinde 27 adet daha varmış.
Bu kazayla birlikte yalnızca son
iki yılda TSK’ya ait çeşitli şirketlere ait 11
kazada 14 helikopter düştü ve 28 şehidimiz
var. Çoğu da subay.
1993 ve 2015 yılları
arasında yaşanan 19 ayrı helikopter kazasında ise 103 şehidimiz
var.
"Mukadderat" deyip
geçemeyeceğimize göre sormak gerekir.
Neden?
Neden Türkiye’de bu kadar çok?
Bir açıklaması olmalı. Bu kazaların ardından önlem
alınmaması, miadı dolmuş helikopterlerin envanterden
çıkarılmaması sonucu pilot yetiştirmekle görevli
kılınan alt kademe yine aynı helikopterleri kullanmayı sürdürecek
zorunlu olarak.
Kendi helikopterlerini, insansız hava
araçlarını, tanklarını yapmaya başlamış bir
ülke olarak yaşadıklarımız bize yakışıyor
mu?
Pilot yetiştirmeye çalışırken
pilotlarımız kırıma uğruyorsa ve sebebi dediğim
gibi üretimi 42 yıl önce bırakılan ve kullanımı da
2004 yılında terk edilen türden helikopterlerse sorun
belli değil mi?
Askerî teknik konulardan
anlamayan fanilerden biriyim.
Ama ortaya çıkan bu
vahim bilançonun bir açıklamasının yapılması
gerektiğini çok iyi biliyorum.
Yanlışsa söyleyin.
SÖZ GÜMÜŞ, SÜKÛT DA ALTIN
MI?
Sessiz kalmak konforludur
ama bana göre değil.
Esasında bizler “Söz
gümüşse sükût altındır” kuşağındanız. Sessiz
kalmanın, söz verildiğinde konuşmanın erdemleri anlatıldı bizim
kuşağımıza uzun yıllar. Sonra birden
kendimizi “solcu” olarak hayatta
konumlandırdık ve zincirlerimizden boşalmış
gibi var yok konuşmaya başladık. Hatta konuşmakla
kalmayıp eyleme de geçtik. Sonra baktık
ki başkalarının konuşma hakkını
engelliyormuşuz “haklarımızı” kullanırken.
Ve
ardından demokrasiyle tanıştık. Oysa
bizim bildiğimiz işçi demokrasisiydi; yani proletarya
diktatörlüğü.
Yıllar geçti hakikati bulup takip
edebilmek için.
Bu tesadüf değil.
Geçen
cumartesi ÖĞRETMENLER GÜNÜ’ydü.
Şöyle bir düşündüm, yazı günüme
de denk geliyor, bir şeyler yazsam öğretmenlerle ilgili diye. Geçim
sıkıntıları, Türkiye’de eğitim sistemi ve öğretmenlerin çıkmazları
vb. vb... Sonunda vazgeçtim, hepsi de uzmanları tarafından yazılan
çizilen konular zaten.
Bu kez bana ilham
veren ya da şefkat gösteren bir
öğretmenimi hatırlamaya çalıştım.
Zannımca güzel resim yapardım
ilkokul, ortaokul yıllarımda misal. Görenlerin beğenilerinden
anlardım bunu. Annem tatil aylarında “Beni bir yerlere
götürün” talebiyle başlarına bela olmayayım diye
önüme kâğıtları ve kalemi atıp “Hadi resim
yap” dediğinden belki. Resim öğretmenlerim
gözümün önünden geçti film şeridi gibi. İnsan hani takdir bekler
yaptığı resimlerden dolayı, ama nedense anılarımdaki
fotoğraf (o zamanlar video yoktu) ortaokuldaki resim
öğretmenimden patates baskısındaki şekli beğenmediği için
yediğim okkalı tokattı. Gözlerimde
şimşekler çakmış, yüzümün kızarıklığı akşama kadar
geçmemişti. Öğretmenin vurduğu yerden gül bitmişti
yani.
Sonra Letafet
öğretmenimi hatırladım; fizikçimizi. Gözlük taktığım
için bana camekân diyordu gevrek gevrek
gülerek. Bense resim öğretmenimin verdiği
ilham nedeniyle resim yapmayı bıraktığım
için fizik ve matematiğe sardırmıştım.
Ama Letafet Hanımdan çok emin bir biçimde tüm soruları yapıp 10
beklediğim hâlde 4 alıyordum. Diğer arkadaşlarım da aynı dertten
mustaripmiş meğer. Çalışkan olanlar tabii. Sonra öğrendik
ki okumadan ve kafasına göre not
atıyormuş bu öğretmenimiz.
Nasıl öğrendik biliyor
musunuz? Konuşarak. Üç beş arkadaş gidip
okulun müdüründen randevu aldık ve sorunumuzu anlattık kibar
kibar. Müdürümüz Kamil Bey aksi bir adamdı ama adil
bir insandı. Bizi dinledi ve “Siz gidin
ve kimseye de bir şey söylemeyin” dedi.
Bir sonraki
sınavda Letafet öğretmen herkese 10
verdi. Başarılı olsun olmasın.
Belki de ifrat ile
tefrit kelimeleriyle bilmeden, anlamadan onun
sayesinde tanıştık.
En önemlisi de konuşmanın
erdemini idrak ettik.
Kısaca bu neden aklınıza geldi
diye soracak olursanız eğer, birincisi öğretmenler günü nedeniyle,
ikincisi de gazeteci olarak konuşup yazdıklarımızla ilgili algıyı
değiştirmek için.
Yukarıdaki konuyu, yani düşen
helikopterlerimizle ilgili yazdıklarımı da bu çerçevede
değerlendirin.
Fatih
Selek dostumuz dün “Bu çürümüşlük
medyayı bitirir” başlıklı yazısında medyanın belli
başlı sorunlarını; Holiganlık, Güven Kaybı,
Çıkarcılık, Kontrolsüzlük, Yatırım Eksikliği, Dönüşemeyen
Dönüşüm diye sıralamış. Hepsine de katılıyorum. Bir
tanesi şöyle:
ALGI
DEĞİŞİKLİĞİ: Medyadan beklentiler değişti.
Geçenlerde önemli bir probleme temas eden habere imza attık. İlgili
kurumdan basın
danışmanı aradı, "Odatv, Sözcü yazsa
anlarız. Biz sizden bunu beklemiyorduk" dedi.
Eleştirmek, bir meseleye dikkat çekmek muhaliflikle eş
değer tutuluyor. Karşı mahalle bizden beter...
Hükûmetin icraatını birazcık övenlerin nasıl linç edildiğini,
onlara hayat hakkı tanınmadığını söylememe gerek
yok.
Bu kadarı yeterli
bence.