Acı da olsa kabul etmek
zorundayız.
Türkiye’de bir hırsızlık ve
fırsatçılık damarı var. Karanlık kuytularda yaşayan ve en
hazırlıksız olduğumuz anı kollayıp saldıran yaratıklara
benziyorlar. Sanki metamorfozla başkalaşıp normal zamanlarda da
aramıza karışabiliyorlar. Ne oluyor ve nasıl oluyor da bunu
başarabiliyorlar takdire şayan.
Sıkıntılı bir sürece girdik
malum. Bir ekonomik türbülans var ve hepimizin taşın altına elini
sokması gerekiyor. Ama bakıyoruz yine, elini taşın
altına sokan, daha doğrusu sokmak zorunda
kalan, sabit dar gelirli kitleler. Ama
onları hedef tüketici kitle olarak seçen
kimi şirketler, market zincirleri, aracı-komisyoncular, satıcılar
ve tüccarlar hiç de aynı sorumluluğu hissetmedikleri gibi, tıpkı o
mağara yaratıkları gibi yeniden başkalaşarak
âdeta insanların kanını
emmeye başlıyorlar.
ETİKETLER-CAPS
Sosyal medyada yayılan şu
etiketler, gerçeği, ortadaki zihinsel çarpıklığı tüm çıplaklığıyla
ortaya koyuyor. Raftaki ürüne durduk yerde zam üstüne
zam yapıyorlar. Satıştaki domates konservesi, fabrika
tarafından geçen yılın domatesleriyle yapılıyor biliyorsunuz. Yani
yaz aylarında domateslerin en ucuz olduğu
zamanlarda ürün satın alınıyor ve fabrikada işlenerek
satışa sunuluyor. Fazlası da depolarda
bekletiliyor. Bu ürüne zam yapmanın adı tam anlamıyla
gasptır. Şimdi kimse tutup da “İyi ama
yakıt giderleri var” demesin. Hükûmet zaten
yakıtı ÖTV’den indirerek sübvansiyone
etmekte.
Sadece domates değil. Diğer sebze
ve meyvelerde, deterjanda, tahılda ve benzeri tüm gıda maddelerinde
ahlaksızca etiket yenileme
yarışına girilmiş durumda.
Dövizin D’sini işiten basıyor
zammı ve etiket değiştiriyor.
Türkiye’ye ekonomik yönden
saldıran küresel çete, içimizdeki bu
hırsızlık-fırsatçılık damarını çok iyi bildiği
için, bizi buradan vurmak
istiyorlar. Venezuela’ya yaptıkları
gibi.
OPORTÜNİZM TABANA
YAYILMADAN MÜDAHALE
Tamam, Venezuela ekonomiyi iyi
yönetemedi ve çok hata yaptı, Türkiye’de bankacılık sistemi güçlü,
bütçe denkliği var, toplam dış borç GSMH’nın yüzde 30’u, ihracatın
ithalatı karşılama oranı ise yüzde 70.
Hepsi iyi de
eğer balık başından kokarken müdahale
edilmezse bu olay kronikleşir ve yaygınlaşmaya
başlar. O zaman da geri döndürülemez bir hâl alır
ve bir ülkenin çökertilmesi için ilk etkili
aşama başlar.
Kendimden örnek vereyim. Kışın
domates almadığımız için konserve domates yapıyoruz. 15-20 gün önce
yakın bir köyden kilosu iki liraya aldığımız domates için üretici
köylümüz bu kez 5 lira istedi.
İşte buydu söylemek istediğim.
Çünkü o marketteki hırsızlığı görüyor “Ben de
yapabilirim” diyor. Siz bu çarpıklığa ister
ahlaksızlık deyin, ister başka bir şey. Ama bu fırsatçılığın bir
kere başladığı yerde durdurulmadığı takdirde bulaşıcı bir hastalık
gibi yayılma istidadı var.
Bu lafı biraz faşizmi
çağrıştırdığı için pek kullanmayı sevmem ama özellikle böylesi
konularda insan ister istemez “Ya devlet başa ya
kuzgun leşe” demek istiyor.
PEKİ, NE
YAPILMALI?
Tek cevabı var. En
etkili tedbir ağır yaptırımlardır. Öyle ağır olmalı ki
diğerleri de başlarına inecek devlet gürzünün korkusunu enselerinde
hissetmeliler.
Ancak bu işin bir diğer
cephesinde de TASARRUF VE
İLETİŞİM meselesi var.
Diyoruz ya ithal ürünlerde
tasarruf edelim. Lüzumsuz gösterişten ve lüks tüketimden kaçınalım.
Ama bunun için öncü olması gerekenler toplumda rol
model olarak kabul edilen insanlar ve kurumlar. Ünlü
iş adamları, sanatçılar, siyasetçiler ve tabii devlet adamlarıyla
onların yönettiği kurumlar.
Eğer tam da bu kritik
süreçte vatandaş inancını
kaybederse bunun psikolojik etkisi güçlü
olur.
Yılmaz Özdillerin ve CHP’nin
ağzına sakız olmamaya bakmalı.
Yani TASARRUF için rol
model olmak bir yana kamuda çok ciddi tasarruf yapıldığını da halka
hissettirmek, bunu da çok iyi
bir İLETİŞİM ile yönetmek gerekir.
Türkiye bürokrasisinde bir iletişim sorunu var. Olan bitenin
arkasından sürüklenen ve zamanında müdahil olamayan bir bürokrasi
ve siyaset bu.
Böylesi bir hantallığı aşmak için
daha ne kadar beklemeli?