Önce Endülüs’ün vahşi bir saldırıyla yıkılması, ardından
Osmanlı’nın 1700’lü yılların ortalarından itibaren gerileme
süreciyle birlikte Müslümanların yaşamaya başladığı felaketler
serisi bugüne dek devam etti, ediyor.
“Nerede yanlış yapılıyor?” sorusu çok önemli.
Giderek yoksullaşan, bilimde, teknolojide, sanatta; kısaca hayatın
her alanında üstünlüğünü kaybeden İslam dünyası sanki inançlarını,
umudunu, hayallerini terk etti. İçinde bulunulan durumun
zenginlikle alakası yok. Petrol zengini ülkeler de bu çaresiz
gidişe ilaç değil çünkü İslamiyet’in altın yıllarındaki o ruh,
inanç yok.
Mina’da yaşanan faciayla 800’e yakın Müslüman’ın hayatını
kaybetmesi, mülteci dramından sonra, üstelik bu Kurban Bayramı’nda
her şeyin üzerine tüy dikti. Yoksulluk, adaletsizlik, terör ve
yıkım, Müslümanların üzerine âdeta “edinilmiş ya da öğrenilmiş
çaresizlik” gibi yapıştı.
Petrol zengini ülkelerin safahat içindeki yönetimleri de Müslüman,
suçsuz insanları, kadınları katleden Taliban, Boko Haram ve DAEŞ
gibi cinayet örgütlerini kuranlar da, yaşadıkları ülkenin meşru
yönetimine porno kasetleriyle, dinlemelerle tezgâhlar yapıp hizmet
ettikleri karanlık odaklara çalışan "Gülen çetesi" de, Gazze’ye
açılan tünelleri su doldurup İsrail’in saldırıları altında inleyen
Filistin halkının can damarını kesen Sisi ve yönetimi de Müslüman
sonuçta.
Sıradan ve vasat bir Müslüman bile bilir ki (örneğin ben) Allah,
iyiliğin, doğruluğun, güzelliğin, adaletin ve ahlakın yolunu
göstermiş, bunun için akıl ve fikir de vermiştir.
Eğer İslam dünyasının ortak vicdanı tedavüldeyse, bu katliamlara ve
yıkımlara karşı ortak aklın yolunu bulabilmenin de bir yöntemi
mutlaka vardır.