Herkesin çekmecesinde ya da
dolabında cesetler vardır mecazî
anlamda ama benim sözünü ettiğim cesetler
gerçek.
Sorum boşuna değil bu
yüzden.
Yani Uğur Dündar’ın
gardırobundaki cesetlerden söz
ederken Ertuğrul Özkök’ün “nehir
kenarında oturup geçen cesetleri izlemesi” tarzı bir
metafor da değil niyetim.
Yapılan ya da yapılmayan haberler
yüzünden hayatları kararan insanlar, ölümlerden ölüm
beğenenler…
Yalan haberlerle itibar
suikastına uğrayan doktorlar…
Şakaklarına tabanca dayayıp
hayatına son verenler…
Üzerlerine benzin döküp
kendilerini yakanlar.
Bizim bildiklerimiz bunlar.
Bilmediklerimizi hayal bile edemiyorum.
Uğur
Dündar başını yastığa koyduğunda geride
bıraktığı cesetleri uykusunu getirmek için koyun niyetine
saymıyorsa şayet, bana göre başka bir hayat
yaşamalıydı. Hayatın olağan akışı bunu gerektirir. Çünkü vicdan ve
temiz bir kalp taşıyanlar zaten bu kadar rahat olamazlar
normalde.
Aslında Uğur Dündar’a
şaşırmıyorum. O kalbi yerine bir motor taktırmış android’i
çağrıştırıyor bana.
Halk TV’de Metin
Akpınar’ın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı işaret
ederek “Artık ayaklarından asıp sallandırırlar mı
yoksa bir mahzene atıp zehirlerler mi?” diye konuşmasını
suratında tuhaf bir sırıtış ile izleyen kişi o. Bu, gözümün önüne
gelen pek çok Uğur Dündar fotoğrafından yalnızca biri.
Hele Tarık
Akan’ın siyasi nedenle cezaevine düşürüldükten sonra 12
Eylül işkencelerini anlatan “Anne kafamda bit
var” adını taşıyan kitabında yazdığı Uğur Dündar’ı
okursanız siz de bana hak verirsiniz. Yan sayfalarda var o
hikâye.
Tarık Akan, Uğur Dündar’ın 12
Eylül 1980 sonrası TRT Genel Müdürü olma
beklentisi içinde cezaevindeki işkence
merkezini ziyaret edip lobi faaliyetine girişmesini
anlatırken,
onun “soğukkanlılığı” hakkında çok net
fikir veriyordu.
Sarı saçlım, mavi
gözlüm…
Ankara Emniyeti’nin ünlü
işkencecisi Sarı Erdal’ı hatırlıyorum. Onun
da sarı saçları, gök mavisi gözleri vardı. Eline bir kere
düşmüştüm. Daha sonra sesinden tanıdım.
Gördüğümde ondan esen ölüm ve
işkence seslerini işitir gibi olmuştum.
Neler hatırlıyor
insan. İnsan hafızası nisyanla
maluldür derler ama bu kadarı da olamaz değil
mi?
Ramazan Bayraktar’ı nasıl
unutur bir insan mesela?
Çaresiz bir adamdı Ramazan
Bayraktar. 27 yaşında, evli ve iki kız çocuğu
vardı. Yoksuldu. Eşi böbrek
hastasıydı. Böbrek bulup tedavi ettirmesi
gerekiyordu. Ne yazık ki
bir çetenin eline düştü. Eşinin tedavisi
için ondan böbreklerinden
birini istemişlerdi. Üstelik
karşılığında 8 bin dolar para alacaktı.
Sevindi Ramazan, hemen ameliyat masasına yattı. Ama yazık ki ne
parasını alabildi ne de eşini tedavi
ettirebildi. Kandırılmışlardı. Ameliyat
yarasını bile tedavi etmemişlerdi üstelik.
Bir yandan da iki küçük kız
çocuğuna bakıyordu genç adam. Hayat öyle zordu ki onun
için.
Televizyonlarda
görüyordu; Uğur Dündar abisi onun sesini
duyurabilir, hakkını arayabilirdi. O kimsesizlerin
kimsesi, yoksulların dostu değil miydi sonuçta? İki
küçük kızı ile birlikte Arena programının
hazırlandığı Ortaklar
Caddesi’ndeki Kanal D televizyonuna
geldi. Uğur Dündar ve ekibi ile görüştü. Uğur Dündar maden bulmuş
gibi sevinçliydi. Gizli kamera çekimleri
karşılığında ona hayli yüklü bir miktar para vermeyi
taahhüt etti. Ramazan teklifi mutlulukla kabul etti. Hem kendisine
kazık atan böbrek tacirleri cezasını bulacak, hem de Uğur Abisi ona
destek çıkacaktı. Ne olacaktı ki, Uğur Abi kendi
kişisel servetinden verse o parayı, denizde
kumdu.
Sonunda çekimler yapıldı,
bitti. Ramazan Bayraktar gizli kamera ile böbrek
tacirlerinin arasına girdi, konuştu, verdiği böbrek karşılığı
taahhüt edilen parasını istedi.
Tüm kayıtlar Uğur Dündar
için “hazine” değerindeydi. Günlerce,
haftalarca bu haberin ekmeğini yediler, parsasını
topladılar.
İş bitmiş, geriye kalmıştı
Ramazan’a taahhüt edilen o paraya. Ama bir türlü verilmiyordu
nedense. Haber yapılmadan önce Ramazan ile defalarca
görüşen Uğur Dündar, iş bittikten sonra sırra kadem
basmıştı. Yanındaki elemanlar Ramazan’la
konuşuyorlar, zaman zaman üç beş kuruş para
verip başlarından savıyorlardı. Ekip elemanları Uğur
Dündar’a konuyu birkaç kere söylemişler ama her seferinde
sallamıştı.
Ramazan Bayraktar sık sık kapıya
kadar geliyordu ama güvenlik artık içeriye
bırakmıyordu. Arena ekibi kapıya talimat vermişti
çünkü.
Mağdur adam bir
keresinde “Eşim ölürse kendimi
yakarım” demişti. Uğur Dündar böyle tehditlere pabuç
bırakacak adam mıydı? Bu halk kuru sıkı sallar ama hiçbir şey
yapamazdı. Tecrübeyle sabitti.
Git gel derken bir
gün Ramazan Bayraktar’ın eşi öldü. İki küçük kız
çocuğu öksüz kalmıştı, artık anneleri
yoktu onları sarıp sarmalayacak. Bir nisan
ayıydı. Ramazan Bayraktar o gece yine Kanal D binasına
gelmiş, Arena ekibiyle görüşmek istemişti. Güvenlik
bırakmıyordu. Ekipte vicdanlı bir genç vardı. Sanki içine doğmuş
gibi hızla aşağıya indi. Ramazan Bayraktar elinde bir bidon öylece
duruyordu. Dudakları kıpır kıpırdı. Belli ki zaten annelerinin
ölümüyle öksüz kalan çocuklarını bir de yetim
bırakmanın acısıyla Allah’a kendisini
affetmesi için dua ediyordu.
Sanki zaman durmuştu. Güvenlik
elemanları da nasıl bir ruh hâlindelerse öylece bakıyorlardı. Benim
de çok yakından tanıdığım ve bir dönem birlikte çalıştığım
genç “Amman ha, yapma sakın
Ramazan!” diye bağırdı. Ramazan sabit gözlerle
boşluğa bakarken bir bidon benzini başından aşağıya
döktü ve anında kibriti çaktı.
Alev alev yanmaktaydı zavallı
genç adam. Ceketini attı Ramazan’ın üzerine. İş işten geçmişti
yazık ki.
Uğur Dündar, bir insanlık
sınavından daha alevler ve ölümler eşliğinde kopyayla geçmiş, bu
korkunç trajediyi bir teflon gibi üzerine almamayı
başarmıştı.
Medya tek sesliydi o vakitler.
Çıkan sesler de cılızdı.
Eski devletin altın tepside
sunduğu “Gazetecilik” ona neler neler kazandırmıştı kim
bilir.