Balta girmemiş bir ormanı anlatıyor çoğumuza “masumiyet.” Hiç
giyilmemiş bir ayakkabıyı,hiç kullanılmamış bir kıyafeti... Deneyim
dediğin şeyin sıcağından ağzı yanmış bütün insanların. Masumiyeti
korumak için yaşamamak gerektiğine inanıyor herkes. Yaşadıkça aynı
saflıkta kalamaz insan düşüncesi iyiden iyiye oturmuş herkesin
belleğine. Yani yaş aldıkça pirüpak kalabilmenin tek şartı
herkesten ve her şeyden izole edilmiş bir hayat yaşamaktır
deniliyor. Kısaca bir imkansızlıktan bahsediliyor.Kimisine hayata
karşı bir direnç göstermeme halini anlatıyor masumiyet, kimisine
ise direnç gösterenlere anlam bile verememeyi... Kimisinin
kafasında gerçek dünyadan ziyade idealize edilmiş sanal bir alemde
yaşamayı biçimlendirirken kimisine huzuruna özenilecek bir
yalnızlığı tarifliyor.
Masumiyetlerinde hem fikir olduğumuz yegane insan grubu bebekler.
Henüz hiç arkalarından dolanılmamış çünkü; yüzlerine gülerken
kuyularını kazmamış kimse. En güzel hayallerine kan doğranmamış,
yarı yolda bırakılmamışlar henüz. Suyun fazlasının insanı
boğduğunu, ateşin harlısının yaktığını deneyimlememişler daha;
yüzlerine zehir zemberek konuşulmamış. En güvendikleri kişi karşı
tarafın şahidi olmamış, seviştiklerinin dudaklarını başka dudaklar
ıslatmamış. Çıkar çatışmasının insanı nasıl çirkinleştirebileceğine
şahitlik etmelerine uzun zaman yok ama henüz maddi edinimler için
bir uğraş vermediklerinden kalpleri nasırlaşmamış. Dolayısıyla
masumiyet bir konu değil bebekler için, fabrika ayarı. Tanrının
ceplerine sıkıştırdığı ilk sermaye... Işık hızı aleminden bir
miras... Cennetten bir yolluk... Aslında burdan bile ortaya
çıkmıyor mu hayatın amacı? Doğduğun gün elinde olana sahip
çıkabilsen yetecek gibi. Belki de bizden tek beklentisi bu
Tanrı’nın;...