https://w.soundcloud.com/player/?url=https%3A//api.soundcloud.com/trac
“En büyük kusur kusursuzluk iddiasıdır. Kusursuzluk insanı kibre sürükler. Bu sebeple insanın hataları, günahları ve kusurları onu dengede tutar. İnsan olduğunu, Allah tarafından yaratılmış, sonlu bir varlık olduğunu hatırlatır. Bu sadette Hz. Hanzala bir gün Efendimiz (s.a.v)’e gelip ‘Hanzala münafık oldu’ der. Efendimiz (s.a.v) neden böyle söylediğini sorunca Hanzala şöyle açıklar: “Ya Resûlullah! Senin yanında bulunuyoruz, bize cennet ve cehennemden bahsediyorsun; sanki onları gözümüzle görüyor gibi oluyoruz. Senin huzurundan çıkıp da çoluk çocuğumuzun yanına ve işimizin başına dönünce çoğunu unutuyoruz.” Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) onu teselli mahiyetinde şöyle buyurur: ‘Nefsimi kudretiyle elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki şayet siz, benim yanımda bulunduğunuz hâlde devam edip zikir üzere olabilseydiniz, yataklarınızda ve yollarınızda melekler sizinle musâfaha ederlerdi. Fakat ey Hanzala, bazen öyle olur bazen böyle.”
(O’nun Gibi/ Muhammed Yazıcı)
“İnsanın kalbi, parlak bir ayna gibidir. Kötü ahlâk ise, duman (is) ve zulmet (karanlık) gibidir. O aynayı karartıp Allahu Teâlâ’yı görmekten alıkoyar, arada perde olur. Güzel ahlâk ise, kalbe erişip o aynayı günah zulmetinden temizleyen bir nurdur, ışıktır. Bunun içindir ki Resulullah: ‘Her günahtan sonra, bir sevap işle ki, onu yok etsin’ buyurmuştur.”
(Kimya-yı Saadet/ İmam Gazali)
“Bütün yalancı tanrılar içinde en baskın olanı ise insan egosu dediğimiz şey, yani kendisini yaratıcısından bağımsız kabul eden ve kendi kendisinin efendisi gibi hareket eden benliktir. Bu benliğin, rehber edinmeyi reddettiğinde verdiği emirler, Kur’ân’da ‘hevâ ve heves’ olarak isimlendirilir ki Arapçada rüzgâr manasına gelen ‘hevâ’ kelimesiyle aynı kökten gelmek-tedir. Bu noktada Kur’ân, ‘hevâ ve hevesini tanrı edinen kişi’yi, kuşların kaçırdığı veya rüzgârın aniden alıp uzağa götürdüğü şeye benzetir.”
(Tanrı’yı Hatırlamak/ Gai Eaton)
“Her yıl bir ay için oruç mimarı bize konuk gelir. Gelir gelmez de kollarını sıvar ve işe koyulur. Bir kahve içimlik bile beklemez, dinlenmez. Kutsallığın işçisidir o. İlkin vücut evini şöyle bir yoklar. Bir sarsar insanı. Öyle sarsar ki, bacalarda ne kadar birikmiş kurum varsa dökülür. Tabiat etkisiyle gevşemiş ve kopmaya yüz tutmuş sıvalar düşer. Yerinden oynamış kiremitler kayar. Organlar arasında, kasların eklem yerlerinde, hareketsizliğin ve ölümün sembolü olarak gerilmiş kaç örümcek ağı varsa yırtılır. Vücut konağı, böylece konuğun, büyük konuğun gelmiş olduğunu bilmiş olur. Sonra Oruç onarmaya başlar. Her hücreye iner ve hücre içinde bir kaynaşma, yumurta sarısının oluşumuna benzer bir tazeleniş başlar. Ölüm sularında gezen, dolaylarında, çevrelerinde dolaşan her hücre, bu kaynar su yeniliğinde, hayata döner. Her hücre, ölümün bir yumurta kabuğu gibi ördüğü kireç zarını kırar.”
(Samanyolunda Ziyafet/Sezai Karakoç)
“Oruç neden ibarettir? Oruç, bedenle ruh arasında doğrudan tecrübe edilen bir savaştır. Oruç tutarken beden acı çeker, talepte bulunur ve kendisine hizmet edilmez; öte yandan ruh bu acıyı denetlemektedir. Oruç ruhun beden üzerindeki zaferidir; acı verici ve doğrudan tecrübe edilen bir zafer. Oruç bu şekilde tecrübe edilebilirse sadece acı değil; haz da verecektir.”
(Özgürlüğe Kaçışım/ Aliya İzzetbegoviç)