1990’lı yılların sonlarına doğru TV programı için Ankara Cezaevi’ndeydim.
1994’te HDP’nin kromozonlarını taşıdığı “büyükbabası” denebilecek DEP’in hapisteki milletvekilleriyle konuşacaktım.
Onların cezaevindeki yaşamlarını ekrana taşıyacak ve siyasi görüşleri üzerine söyleşi yapacaktım.
Demir kapı arkamdan kapandığında, sırtımdan soğuk ter damlaları yuvarlandığını hissettim.
Birkaç saat sonra dışarıya, özgürlüğe çıkacağımı bilmeme rağmen gene de o ortamın “gündüz karanlığı” ağır psikolojiydi bu.
Girişin hemen sağında nispeten geniş odada mahkumlar telefonla konuşuyorlardı.
Ellerinde telefon, önlerinde kalın bir cam, camın arkasında ise gene kulağında telefon olan yakınlarıyla izleyenlere acı veren bir konuşma görüntüsü.
En uçtaki telefonda Leyla Zana vardı.
Nazik ama içinde bulunduğu ruh halinin burukluğunu yansıtan tebessüm...
Karşılıklı “Nasılsınız” ve “Teşekkür” söylemi.
Kim bilir daha kaç yıl böyle geçecekti ya da geçmek bilemeyecekti.
..........................
Az ileride hapishane müdürünün odasına aldılar.
Kahvemizi içerken, içeriye toplam 89.5 yıl hapis cezası verilen milletvekillerinden Orhan Doğan girdi.
Meclis’ten çıktığı sırada polis tarafından kafasına bastırılarak otomobile bindirilişi TV ve gazetelerde yayınlanmış, ses getirmişti.
Doğan’la müdürün aralarında konuşmalarından iyi ilişki içinde oldukları izlenimini aldım.
Aramızda kısa bir sohbet oldu.
Program çekiminin koordinasyonu ondaydı.
“Kaldıkları koğuşta değil, söyleşi için başka bir hapishane odasının hazırlandığını” söyledi.
“Özellerinin görüntülen-mesini istemiyorlar, haklılar” diye düşünmüştüm.
Orhan Doğan, Leyla Zana, Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve Mahmut Alınak’la konuştuk.
Televizyonda onların tahliye umudunu yeşertebilecek konuşmalar hatta tek bir kelime morallerini yükseltiyormuş.
Sonrasında...