Dünkü yazımın sonlarında şu satırlar vardı.
“Herkesin kendi asma ve incir ağacı altında huzur içinde oturduğu, adını gizlemeden, dininin kutsal mekânlarında serbestçe dua edebildiği bir ülke...”
.......................
1000 yıllık bir Musevi hülyasını yansıtan bu cümleyi Türkiye’deki Musevi vatandaşımız Aaron Nommaz’ın “YAHUDİ CASUS- JOZEF NASİ” romanından aldım.
“Nasi” kadim Musevilikte “prens” anlamına gelir. (Ülkemizde de Nasi soyundan gelen Musevi vatandaşlarımız var.)
Aaron Nommaz’ın romanı bir “belgesel tadında.”
Kanuni (Muhteşem) Süleyman döneminde İspanya’dan Portekiz’e geçmiş, Yahudi avcısı engizisyon mahkemelerinden kurtulmak için görünüşte Hıristiyan olmuş, Hıristiyan adları almış, her pazar kiliseye giderek toplu ayinlere katılan ama aslında -gizlice- Musevi kalan, Musevi ibadet ve âdetlerini sürdüren bir ailenin öyküsüdür.
Josef Nasi bir gün Osmanlı’ya göçeceğini, ailesini de götüreceğini düşünmekte ve bulduğu bir -gizli Osmanlı Müslümanından- Türkçe öğrenmektedir.
Kitaptan bir pasaj sunayım...
Osmanlılar bizim düşmanımızdı.
Daha doğrusu, fanatik Hıristiyanlar böyle düşünmemizi istiyor.
Fakat gerçekte Müslümanlar bizim düşmanımız değildi.
Onların ülkesinde vergisini ödeyen herkes kendi asma ve incir ağaçlarının altında oturuyor. Cermen İmparatorluğu’ndan kaçıp, İstanbul’a giden Sarfati, (İspanya ve Portekiz’den göçen Yahudiler için kullanılan bir tanım) Avrupa’daki dindaşlarına böyle yazmıştı mektubunda.
Davet etmişti onları Grand Turco Mehmed’in (Fatih) ülkesine.
Oğlu Beyazıd da ülkesinin kapılarını açmıştı.