Kötü bir rüya...
Kâbus...
Sanki...
Uyanacağız ve iki ay öncesinin Türkiye’sine gözümüzü açacağız.
“Ohh... Rüyaymış” diyeceğiz.
.......................
Ama -ne yazık ki- değil.
Gerçek hayat kötü rüyaya dönüştü.
Takvim yaprağından, saatin akrep ve yelkovanlarından kan
damlıyor.
Zamanın ruhu kurşun gibi ağır.
Sadece dün 4 şehit.
1 polis, 1 üsteğmen, 1 uzatmalı çavuş, 1 er... (Onlara rahmet,
ailelerine, ulusumuza başsağlığı diliyorum.)
Allah korusun, daha sonraki saatler başka acı haberler de
taşıyabilir.
PKK’nın kaçırdığı polislerden haber yok.
Bölgeden gelmekte olan diğer kaygı verici haberleri
yansıtmayayım.
Kentlerde de endişe kol gezmeye başladı.
TV’de bir strateji kurumunun başkanı “İki gündür İstanbul’dayım,
arkadaşlarım ‘aman metroya binme n’olur n’olmaz’ diye uyarıyorlar”
diyordu.
Açık oturumda bir diğer katılımcı ise “PKK henüz kurumsal karşılık
vermedi” mealinde bir şeyler söyledi.
Ekonomi patinajdan gerilemeye doğru kayıyor, turist sayısında
-fazla olmasa da- düşme, dövizde tırmanış, ihracatta
tereddütler...
........................
Türkiye böyle bir manzarayı hak ediyor mu?
Kesinlikle “hayır.”
Kanıtı da açık ve tartışmasız olan “iki ay öncesinin
Türkiye’si.”
İki ay önce ve ondan öncesinde de olaylar “yok” değildi ama tek
tük.
Üstelik “barış süreci” konuşuluyordu.
Seçimler sonrasında adımların hızlanacağına ve çözüme daha da
yaklaşılacağına inanılıyordu.
Toplum psikolojisi öyle bir iyimser bekleyişe bağlanmıştı ki “Artık
tekrar geride kalan yılların kan, dehşet ortamına dönülmez. Halk da
barışa alıştı, bu noktadan sonra -U- dönüşü olmaz / olamaz”
düşüncesi yaygındı.
Fakat...
Yaz yangınları gibi, şiddetin ateşi bu umut tomurcuklarını
kavurdu.