Kozları elimize almışken, "Gereksiz
risklerden kaçınma" gibi de bir otokontrol
sistemini devreye sokmuştuk.
Tempoyu zorlamayı bırakın, düşürmek için organize olmuştuk. Rakip
sahaya topu taşıdığımızda Okay'ın iki stoperin arasına gelip,
"Üçleme" yapması da "Kazadan
korunma" sigortasıydı. Açıklama şu; ne yapalım,
edelim; kaybetmeyelim.
Ne zaman böyle düşünsek, oyunun da takımın da benliği kalmıyor. Bu
fikre veya rüzgara nasıl kapıldılar bilemiyorum ama "Küçük
olsun, benim olsun" çizgisidir kendileri... Gruptan çıkmak
kadar, grup birinciliği de önemliyken, sözleşmelerde yazılan primi
veya kuralar çekildiğindeki ilk hedefi elde etmeyi öne almayı
tercih ettiler demek ki.
Tabii bu madalyonun bir yüzü.
Diğerinde oynadığı rakipleri proveke edip, sürekli sıkıntı yaratma
standartında bir rakibiniz var. Aynı taktik ve sabır ile karşılık
vermek, hedefi cebine koyma adına İzlanda'yı risk almaya zorlamak,
"Bana ne, o düşünsün" modellemesi.
Maçın dinamikleri, 50 binlik destek elbette bizim önümüze skor
seçeneklerini sunacaktı. İki direğe çarpan ortamız
var, bir de Burak Yılmaz'ın auta giden
"Omuz" vuruşu.
Tüm maç pür dikkat kaldık ama son 10 dakikada duran toplarla
fırsatlar verip, Merih Demiral'ın gol çizgisi üzerindeki altın
kafasıyla tabelayı da tuttuk. İzlanda grup
birinciliğini tatmış, Avrupa- Dünya Kupaları'nı
yaşamış bir ekip.
Bizim çocuklar daha yolun başındalar.
Umalım ki; "Ne beraberliği" dedikleri
maçlara da sıra gelir.
Keyfimizi yerine getiren süreç, başkasının ne yapacağını
beklemeden, kendi göbeğimizi kendimizin kesmesidir.
Kurda sormuşlar; "Ensen neden kalın" diye.
"Kendi işimi kendim yaparım" demiş. Gol
atamadığımız ilk maçın, bizi Londra'daki finallere götürmesi de
ironimiz olsun. Tebrikler bizimkilere olsun.