Son zamanlarda yine ülke gündeminin başlarında güreşen “yeni anayasa” meselesi hakkında iki kelam da ben edeyim.
Gene edeyim.
Kendini mütemadiyen tekrar eden bir ülkenin kendini mütemadiyen tekrar eden bir köşe yazarı olarak, hep dediklerimi bir daha diyeyim.
***
“Anayasa” kelimesi beşerin haddini
aşan bir iddia içeriyor sanki.
Kutsiyet atfedilmeye, putlaştırılmaya çok müsait.
Aşırı bağlayıcı bir havası var.
Beton gibi duruyor.
Nehrin akışına kapılmakta müşkülat telkin ediyor.
Rainer Maria Rilke’nin, gezginlerin de öğretmenlik yaptığı “Samskola”yı anlattığı yazısındaki teşhis gibi bir durum:
“Biz yetişkinler, özgürlüğün olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Özgürlük; hareket eden, yükselen, insan ruhuyla gelişip büyüyen bir yasadır. Halbuki bizim yasalarımızda ruhumuzdan eser yok. Bizden değiller. Bir zamanlar öyleydiler belki, ama artık değiller. Geride kaldılar hayat akıp giderken. Cimrilik, ihtiras, bencillik ve özellikle de korkuya kurban edildiler. Fırtınalı havalarda bizimle beraber gemide, kudurmuş dalgalar üzerinde bulunmalarına izin verilmedi. Güvenli bir yerde kalmaları istendi hep. Ve bütün tehlikelerden uzak tutulup kıyıda bekletildikleri için, katılaştılar. İşte bizim sorunumuz bu: Taştan yasalara sahibiz. Bizi yapayalnız ve çırılçıplak bırakan şefkatsiz, yabancı, uzak yasalara...”
***
Niye “anayasa” demekte ısrar
edelim ki?
“Devlet Beyannamesi” diyelim.
Kastettiğimiz şey, ilk ve son tahlilde, tam olarak odur: Devletin
kendini tarif edişidir.
Aman dikkat!