Türkiye’de demokrasi, askerlerin tahammülüne bağlıydı. Askerler ne kadarına tahammül edebiliyorsa o kadar demokrasi olur, hiç tahammül edemediklerinde demokrasi tümüyle rafa kalkardı. Millî iradeye karşı yeni bir askerî darbenin tarihi olacakken Rahman Allah’ın inayetiyle milli irade kıyamının tarihi olan 15 Temmuz 2016’da bu düzen yıkıldı veya yıkılma yoluna girdi. O zamandan beri Türk Silahlı Kuvvetleri ıslah ediliyor, polis ağır silahlarla donatılıyor, askerî ihtilâli yahut ihtilâl teşebbüsünü mümkün kılan fizikî şartlar değiştiriliyor, milli iradeye dayanan hükümetlere karşı bürokratik darbelerin de önü alınıyor. 25 Kasım 2016’da bu köşede yazdığım şu satırların arkasındayım: “Geçici Olağanüstü Hal’deki bazı uygulamalar kimseyi yanıltmasın; günün sonunda askeri/bürokratik vesayetten kurtulan özgürlüklerin ve hukuk devletinin ihya olabileceği bir devrim yaşıyoruz. ‘Olacağı’ demiyorum, ‘olabileceği’ diyorum; vesayetsiz/sahici demokrasi imkânını nasıl değerlendireceğimiz bize kalmış. ” Peki, şimdiye kadar nasıl değerlendirdik bu imkânı? Bence pek iyi değerlendirmedik. Özgürlükleri ve hukuk devletini ihya yolunda kat edebileceğimiz yeni mesafeleri kat etmek şöyle dursun, yapılan bazı dramatik hatalar yüzünden bu hususta geriye bile düştük. FETÖ belasının yol açtığı korkunç humma, birçok hatayı ‘şimdilik’ kaydıyla mazur gösterebilirdi. Ne var ki, yapılan hatalara iyi niyetle dikkat çekenlerin maruz kaldığı çirkin muameleler, durumun kısa veya orta vadede düzeleceğine dair ümitleri zora sokuyor.