Ne kadar İttihad-ı İslam’cı olursam olayım ve bu topraklarda eğreti duran Frenk usulü ‘ulus devlet’lerin yol açtığı şiddetli buhrandan ne kadar gına getirirsem getireyim, koca bir asrın -hatta iki asrın- muazzam tahribatını ve bu tahribattan mütevellit yeni örf ve adetleri yahut huy ve alışkanlıkları yok sayarak Millet-i İslam unsurları arasındaki -ayrıca bunlarla gayrimüslim komşuları arasındaki- ‘modern’ meselelerin bugünden yarına kökten çözülmesini elbette bekleyemem.
Mevcut şartların doğurduğu ızdırapları hafifletmek, yeni ızdırapların önüne geçmek ve öte yandan Türkiye’yi mevcut şartların elverdiği azami derecede muhkem kılarak İslam âlemine ümit telkin etme özelliği ile muhafaza etmek maksadıyla, ‘ideal’ olmayan ve fakat insanların maslahatına uygun görülen birtakım ‘palyatif’ çözümlere tevessül edilmesini yadırgayacak da değilim; yeter ki bunlar idealleştirilmeye çalışılmasın.
Şu Dicle-Fırat havzasının geçirmekte olduğu korkunç humma atlatılıp sun’î sınırlar ortadan kalkıncaya kadar, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, farklı etnik kimliklerini serbestçe ifade etmekle beraber, bazı pratik gereklilikler bakımından ‘Türk’ tanımını şimdilik genel vatandaşlık tanımı olarak benimsemeleri maslahat icabıdır” demeyi makul bulurum mesela.