Bugün Türkiye’deki aydınlanmacı ve evrenselci muhaliflerin “kültür” kavramı üzerinden kurdukları bir söylem alanı var. Kendilerini bu alanın asıl öğesi ve burada eylediklerini de farklılık yaratıcı olarak görüyor, iktidar yanlısı ya da destekçisi saydıkları herkesi bu alan üzerinden ve görkemli ahlaki önermeler getirerek yeriyor, tüm olumsuzluklara rağmen kendilerini kültür üzerinden yücelten bir “doğru bakış”ın sözcülüğünü yapıyorlar hesapta. Onlar kültürle inceltilmiş bir hayatın ustaları, -yolun başındaysalar- bazen de çırakları. İster usta ister çırak, bu alanda bir tekelin sahibi sayıyorlar kendilerini, sakınımsız ahlakçılıkları eşliğinde üstelik. *** Şimdi Adorno’ya kulak vermenin tam yeri (“Ahlak Felsefesinin Sorunları”, Metis, 2012, çev. Tuncay Birkan). Adorno ahlak kavramı yerine etik kavramının kullanılmasını, kişilik kavramıyla olan bağını ve kültürle ilişkilendirilmesini sorguluyor daha işin başında. Etik kavramının “aslında ahlakın vicdan azabı” olduğunu ve bunun sonucunda “hem ahlakmış gibi, hem de ahlakçı bir ahlak değilmiş gibi davrandığını” belirtip şunları söylüyor: “Ahlak sorununu etiğe indirgemek bir tür el çabukluğu yaparak ahlak felsefesinin tayin edici sorununu, yani bireyle genelin ilişkisini gözden kaybettirmek demektir. Bütün bunların iması şudur: Kendi ethos’umla, mizacımla uyumlu yaşamam ya da günümüzün şık mı şık tabiriyle kendimi gerçekleştirmem, doğru hayatı yaratmaya yetecektir. Bu da ideolojinin ve yanılsamanın daniskasıdır.