Çok yönlü Osmanlı entelektüeli Kâtib Çelebi’nin Latinceden yapılma çevirileri de vardır. Orman ve Su İşleri Bakanlığı geçenlerde, Samsun’da bin sülünü doğaya salmış. Ne güzel… Çeviriler olmasaydı toplumlar birbirleri hakkında ne bilirdi? Hoş, çevirilerin varlığına rağmen, bazen de onların yüzünden birbirlerini ne kadar anladıkları hâlâ büyük bir soru ama sanırım çeviri diye bir faaliyet olmasaydı insan topluluklarının birbirleri hakkındaki bilgileri birtakım sathî gözlemlerden ibaret kalırdı. Varisleri, insanlığın ortak mirasını çeviriler yoluyla temellük ediyor desek abartmış olmayız. Osmanlı kültürüne Arapça ve Farsça kaynaklar ve onlar aracılığıyla Yunanca ve Süryanice gibi başka dillerden yapılan tercümeleri doğal olarak görmek gibi bir alışkanlığımız var ama baskın batılılaşma paradigmasının söylemlerinden ve dayattığı kronolojiden ötürü olsa gerek, erken modern dönem başlarında veya daha öncesinde Batı dillerinden yapılan çevirilere şaşırıyoruz. Katib Çelebi Geçen yazımda, 16. Yüzyılda Türkçeye çevrilen Tevarih-i Padişahan-ı Françe adlı kaynaktan sadece Hunlar ve Attila açısından söz etmiştim. Başka bir zaman genişçe ele almak isterim. Şu kadarını söyleyeyim ki bu çeviriyi okuyan herhangi bir Osmanlının Fransa algısının ta ilk Franklar dönemine dek genişlememesi ve söz dağarcığının yeni kelimeler ve terimlerle tanışmaması mümkün değildi. Bunların bir kültürden diğerine aktarılması, aktarılırken de aşina bir şeylere benzetilerek tanımlanması tercümanların hünerleri arasında değil midir? Mesela bu kaynak, ilk “Françe padişahı”, Fârâmônd’un (Pharamond) babasının “Françe dükası” olduğunu söyledikten sonra bir derkenar düşerek “Dûka demek boy begi demekdir” diye okurunu aydınlatmaya girişiyor.