Türkçenin 14. Yüzyılın başlarından itibaren yazı dili oluşu sürecini konuşuyorduk. Muhakkak ki Arapça, Farsça ve Anadolu’nun diğer yerli dillerinde de eserler verilmeye devam etti ama Türkçe kullanımı, hem yazılan eserlerin sayısı, hem konuların çeşitliliği hem de bürokrasi dili olmak itibarıyla giderek arttı. Türkçe, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, imparatorluğun Türkçe konuşan kısımlarında Arapça ve Farsçayı büyük oranda ikame ederek Müslüman halkın ve hatta Yunan ve Ermeni harfleriyle de Türkçe yazıldığı olgusu göz önünde tutulursa, bir ölçüde Gayrimüslim ahalinin de yazı dili oldu. Bu Türkçenin nasıl bir Türkçe olduğu sorusu ise önemli açılımları olan çetrefil bir sorudur. Bir de “Osmanlıca” diye bir yazı dili var değil mi? Hani, 16. Yüzyıldan başlayarak Eski Anadolu Türkçesi dediğimiz yazı dilinin yerine geçtiği varsayılan… Arapça ve Farsçanın, çok zengin bir kelime hazinesi, çoğul yapma ekleri, vezinleri ve bazıları melez terkipler vasıtasıyla bir anlamda geriye döndükleri, divan şiirinin ve inşâ nesrinin dili olan dil. Türkçede / Osmanlıcada sadeleşme cereyanlarının ne zaman başladığı, ilk sadeleşme taraftarlarının kimler olduğu veya ilk sadeleştirme talebinde bulunan yöneticinin kim olduğu gibi meseleler çok tartışılmıştır. Benim naçizane sorunlu gördüğüm bir yaklaşım, dilin sadeliği- ağdalılığı veya ne kadar “Türkçe” ne kadar “Osmanlıca” olduğu hususlarını bir zamansallık boyutu vererek tartışmaktır. Günümüzde iyice kökleştiğini gördüğümüz bir mütearifeye göre asırlar içinde iyice ağırlaşan, ağdalanan, peltelenen ve Türkçe denemeyecek bir hâle gelen Osmanlıca, “Garbe yönelişle” / reformlarla / modernleşmeyle birlikte yavaş yavaş sadeleşmeye, durulaşmaya, hafiflemeye başlamıştır! Biraz karikatürleştirerek söylüyorum, eskiden ağır olan dil, günümüze yaklaştıkça sadeleşmiştir; bu akımın şahikası da erken Cumhuriyet dönemindeki dilde sadeleşmedir! Maalesef, “sahadan” yani metinlerden gelen örnekler böylesi bir lineer sadeleşme kronolojisini doğrulamıyor.