Geçen yazımda dilde sadelik konusunu zamansallık boyutu katarak tartışmanın ve sadeleşmenin lineer bir kronolojisini oluşturmanın güçlüklerine değinmiştim. Gerçekten de yalın bir dille yazılmış metinlerle, söz sanatlarıyla süslenmiş olanlarını aynı anda görebiliyoruz. Divan şairleri ve münşilerin ağdalı bir dille yazdıkları yolunda bir genelleme tabii ki yapılabilir ama orada da bu üslûpla yazanların Türkçe bilmediklerini veya daha yalın bir Türkçeyle yazamadıklarını söyleyemeyiz. Aynı şair / yazarın aynı metninde her iki tarzı sergilediğini gördüğümüz hâller bile oluyor. Yine de meseleye yazarlar / şairler açısından değil, ürettikleri metinler açısından yaklaşmanın daha sağlıklı olduğu düşüncesindeyim. Ortaya konan edebî ürünün diline nasıl bir isim verileceği de epeyce tartışılmıştır. Hâlâ yaygın bir anlayışa göre, bir metin ne kadar “tasannu” (sanatlı, olduğundan farklı göstermek amacıyla süslü, yapmacık) ile yazılmış, ne kadar çok Arapça- Farsça kullanıyorsa “Osmanlıca”, ne kadar yalın ve anlaşılırsa “Türkçe”dir. Mesela, merhum Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Safhaları adlı meşhur eserinde, Osmanlı dönemindeki Türkçeye genel anlamda Osmanlıca denemeyeceğini, her Türkçenin Osmanlıca olmadığı görüşündedir. Ona göre sarayla medresenin desteklediği bir klasik edebiyat, kendine mahsus bir edebiyat meydana getiren tekke ve halk edebiyatını devam ettirmeye çalışan bir yeniçeri ocağı vardır. Tekke ve halk edebiyatlarının dili Türkçeyken, “klasik edebiyatın dili ise Arap ve Farsçanın etkisi altında büsbütün başka bir yol takip eden yapma bir dildi.