Objektifler üzerlerindeyken şekillenmekte olan, Kuzey Kore’de “başarılı” bir örneğini gördüğümüz türden, günümüz hanedanları bir yana dursun, dünyayı geçmişte yönetmiş anlı şanlı hanedanların hepsinin üstesinden gelmek durumunda oldukları bir kökenler sorunu vardı. Nasıl oluyor da herkes gibi olan birileri ayrıcalıklı bir konuma geliyor, diğer insanları yönetme hakkını kendilerinde ve ailelerinde görebiliyorlar ve soylarından gelenler bu hakkı nesiller boyu muhafaza edebiliyorlardı? İrsî bir soyluluğun bulunduğu toplumlarda, “soylu sınıfın” arasından çıkan bir hükümdar ailesinin işinin biraz daha kolay olduğu düşünülebilir ama o soyluluğun da bir başlangıcı olduğuna, soyluların atalarının da alelade insanlar olduğu bir zamanlar bulunduğuna göre temel soru yerinde duruyor. Yöneticilerin halkoyuyla belirlenmediği çağlar ve toplumlardaki yöneticilerin sorunu diyelim. Basitçe kökenler sorunu eşittir siyasî meşruiyet sorunu da diyebiliriz. Bu soruna hanedanların ve destekçilerinin getirdiği teorik çözümlere, “hükümdarlık teorilerine” girmeyeceğim. Bir genelleme yaparsak, hanedanın kurucusunun çok ayrıcalıklı ve kutsanmış biri olduğu dolayısıyla yönetme hakkını ilahî bir kaynaktan aldığı teması çok yaygındır. İlginç olanı şu ki, hanedanların destekçileri yetkinin salt ilahî bir kaynaktan alındığını zikretmekle kalmamış, bu yetkiyi alan kişinin aynı zamanda soylu olduğunu belirtmek lüzumunu da hissetmişlerdir. Osmanlı hanedanı bunun bir istisnası değildir. Eski Osmanlı kroniklerinde, meselâ Âşıkpaşazâde’de, Osman Bey’e Allah tarafından “gaza ile hanlık” verildiği ve padişahlık müjdelendiğinin söylenmesinin yanı sıra, onun ta Oğuz Han’a ve Hazreti Nuh oğlu Yafes’e kadar geriye gidecek bir şekilde soylu olduğunun vurgulanması ve bunu ispatlamak için muhayyel silsileler verilmesi bu kabildendir. Tarihçiler, daha sonraki Osmanlı başarısı ve büyüklüğüne bir açıklama getirebilmek gerekçesiyle Osmanlı kökenleri konusunu tartışmayı seviyor.