Kroniklerde Edebâli’nin yeğeni olarak gösterilen Ahi Hasan aynı zamanda bir Vefâî Babaî şeyhiydi. smanlı kroniklerinin en erkeni olan Ahmedî’nin İskender-nâme’si 15. Yüzyılın başında yazılmış ve Âşıkpaşazâde ve Neşrî’nin daha erken kroniklerden alarak aktardıkları bazı pasajlar da ancak 14. Yüzyılın sonuna gidiyor diye erken Osmanlı tarihini anlama çabamızı bir kenara koyacak değiliz. Tarihçiler, arşiv kayıtlarını ve tabii ki Selçuk, Memluk- Arap, Bizans, Slav, Eretna, Katalan, İtalyan, Fransız, Macar, İlhanlı ve Timurlu kroniklerini ve/ya seyahatnamelerini de dikkate alarak sorgulamayı sürdürüyor. Burada tabii ki gözden uzak tutulmaması gereken bir husus, Osmanlı dışındaki Ortaçağ kroniklerinin de, Osmanlı kroniklerinin problemlerine benzer problemleri sergilemekten uzak olmadıklarıdır. Osmanlı kroniklerinin efsane üretme kapasiteleri müsellem keyfiyet olmakla birlikte, Osmanlı dışındaki benzerlerinin otomatik olarak bunlara tercih edilmesi gerektiği kanısında değilim. Osmanlı kronikleriyle çelişkili bilgi verdikleri durumlarda, diyelim ki, Bizans kroniklerini hep üstün tutamayız veya onların suskun kaldığı durumlarda Osmanlı tarihini, Colin Imber’in meşhur aforizmasında olduğu gibi “kara bir delik” olarak göremeyiz. Öte yandan, erken Osmanlı kroniklerinden gelen bilgilerin, daha sonraki Osmanlı kaynakları tarafından kabullenilmesiyle bugüne ulaşan ve Türkiye toplumunun genişçe kesimlerinde “kültür” olarak algılanan Osmanlı tarih geleneğinin hiçbir akademik süzgeçten geçirilmeksizin benimsenmesi gibi bir tavrın da tarih araştırmalarını teşvik edici olduğu pek söylenemez. Osmanlı tarih geleneğini başka kaynaklarla sınayabildiğimiz, daha doğrusu kronikler bize bu imkânı verdiği sürece her iki toptancı tavrı da benimsemeye gerek yok.