Bundan 10 sene önce yine bir 8 Mart vesilesiyle Hz. Hatice’yi konu alan bir makale yazmıştım. Hz. Hatice ama daha çok da “Müslüman kadın”ın Hz. Hatice ile irtibatsızlığıydı meselem. Kendimden yola çıkarak yaptığım bir genellemeydi ama kuşkusuz bir gerçeğe tekabül ediyordu. Hz. Hatice ile irtibat kuramayışımız, kursak bile o irtibatın hayatımızda bir değişikliğe yol açmayışıydı mesele ettiğim şey. Hz. Muhammed ve Hz. Hatice’nin sünneti ve birlikte ortaya koydukları örneklik, kadını onurlu ve mücadeleci yönünü ile öne çıkartırken İslam ve kadının yan yana zikredildiği cümlelerin kahir ekseriyetinde kadın hep ikincil pozisyonda yer almakta, “İslam’da kadının rolü, geri bırakılmışlığı, ezilmişliği” gibi başlıklara konu edilmekte. Hz. Hatice’den bize intikal eden sünnet son derece berrak oysa. Ne var ki modern ikonlarla formatlanmış belleğimizde yer kalmamış ona. Simone de Beauvoir’ı, Rosa Parks’ı, Virginia Wolf’u iyi biliyorduk, onların devrimci ya da bohem hallerinden ilham alabiliyorduk ama Peygambere yoldaş olmuş, risaletin en çetin yıllarını malı ve canıyla göğüslemiş olan Hz. Hatice’yi hayatımıza indiremiyorduk. Hz. Hatice ile aramıza konulan bu mesafenin bir sebebi olmalıydı. O sebebi bulursak mesafeyi de kaldırabilirdik.