Bu sene mayıs ayında 1968 Mayıs olaylarının 50. yılı anılacak.
Hatta belli çevrelerde ciddi ciddi kutlanacak. Paris'te o
kutlamalar geçenlerde başladı ve birçok toplumsal olayın çıkmasına
yol açtı.
Ben de bir süredir bu konuda yayımlanan bazı kitapları okuyorum.
Paul Cronin'in yeni kitabı A Time to Stir: Columbia '68 benim için
ayrıca önemli. Bu satırları yazdığım sırada içinde bulunduğun New
York'taki Columbia Üniversitesi kampüsünde o günlerde yaşananları
yaygın bir kanava üstünde irdeliyor.
Sonra 1968'in Paris olaylarını yansıtan poster ve afişlerden
mürekkep bir kitaba baktım: Images en lutte: La culture visuelle de
l'extreme gauche en France (1968-1974). Çok etkileyici. O günlerin
şiir yüklü afiş ve posterlerini, duvar yazılarını bir araya
getiriyor. Paris 68'i şiirdi. Çünkü hayal etmenin erdemine
inanıyordu. Benzer bir yaklaşım Amerikan 68'inde yoktu. Hiç yoktu.
Amerika'da 68 daha çok Vietnam olayları etrafında ele alındığından
çok daha 'ciddi' bir meseleydi. Paris 'devrimci romantizm' içinde
yüzüyordu.
Maalesef Türkçede henüz bir şey görmedim bu konuda. Bir süredir
yurt dışındayım. Onun getirdiği kısıtlama içinde atlamış
olabilirim. Belki. Fakat onun ötesinde zaten 1968 'olayı'nı
Türkiye'deki yansımalarıyla ele alan, irdeleyen, çözümleyen
kapsamlı herhangi bir metinle bugüne değin karşılaşmadım. Birkaç
çalışma var fakat onlar çok zayıf, çok yüzeysel
değerlendirmeler.
Ciddi, köklü, derin bir eleştirel analiz bugüne değin yazılmadı,
yayımlanmadı.
Nedeni galiba bizde 68 Kuşağı'nın 68 olaylarının önüne geçmesidir.
Gerçekten de, kim ne derse desin, tartışalım, Türkiye'nin 1968'i
yoktur ama 68 Kuşağı vardır. Nedeni basittir. 68 olayları
Türkiye'de dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir vahşetle bitmiş,
üç genç idam edilmiştir. Bu acı, bu tragedya zihnimize olayların
önüne geçecek şekilde kazınmıştır. Vicdan bilinçten öndedir
çünkü.
Demek istediğim şudur: Batı'da 68 bir özgürlük hareketidir. Amerika
ve Fransa türleri birbirinden farklıdır. Amerika, Columbia
kampüsündeki ilk olaylara tanıklık ettiğinde, evet, Vietnam savaşı
önde gelen itkiydi. Fakat ondan fazlası vardı: tüm Amerika,
Güney'de zencilerin başlattığı temel hak ve özgürlük talebiyle alev
almış yanıyordu. O insanlık dışı akıl almaz ayrımcılık her düzeyde
kınanıyor, eleştiriliyordu. JFK kısa süren başkanlık döneminde bu
konuya önem ve destek vermişti. Fakat öldürüldü. Ardından gelen
Johnson konuyu her şeye rağmen destekledi. Ne yazık ki bir süre
sonra Martin Luther King de öldürüldü. Ama Amerika'nın Kuzeyi (New
York/Columbia kampüsü) ve Batısı (Los Angeles/Berkeley kampüsü)
siyahlara sonuna kadar arka çıktı.
Özgürlük talebi bu kadarla kısıtlı değildi. İnsan haklarıyla
başlamış ama cinsellikten geçerek hayatın her alanında talep edilir
olmuştu. Woodstock, John Baez, Simon and Garfunkel, Bob Dylan,
James Miller'in Çöp Tenekesinde Çiçekler kitabında anlattığı rock
ve pop dünyasıdır 68. Bir adım ötesi var. 68 özgürlük hareketi hem
Paris'te hem Amerika'da doğum kontrol hapıyla başlamıştı. Bedenin
özgürleşmesi, cinselliğin özgürleşmesi, bilincin özgürleşmesinin
ilk aşamasıdır diyen Marcuse de zaten Berkeley kampüsünde yaşıyordu
ve Tek Boyutlu İnsan satış rekorları kırıp Amerikan hareketinin el
kitabına dönüşüyordu.
Paris bu harekete Marksist boyutu kattı. Mayıs 68'de Sorbonne'u, St
Michele'i Odeon'u, St Germain'i dolduran gençler 'yeni' Marksist
hareket olarak görüp benimsedikleri Maoizmin peşindeydiler.
İşçi-öğrenci dayanışmasını arıyor ve gerçekleştiriyorlardı. Ama bu
Paris sokaklarına yayılan şiire engel değildi. Öte yandan 68'in
Paris'i düpedüz yeni aydınlar kuşağının hareketiydi. Barthes,
Foucault, Deleuze, Guattari başta, eski aydınlar kuşağının pabucunu
dama atıyordu. Bedenin ve cinselliğin özgürleşmesi anti-psikiyatri
hareketini doğururken Lacancı psikanaliz gerilere itiliyordu.
Yapısöküm (deconstructionism) düpedüz politik yönsemelerle doğmuştu
ve modernizme en keskin eleştirileri getiriyordu. 'Arzu' ve
psikiyatrisi yepyeni bir bilincin kapısını açıyordu. Haz arzudan
ayrı düşünülemezdi. (Ama şimdi bakıyorum, Fransa ha bire savaş
sonrası dönemin aydınlarını anlatan romanları, biyografik
anlatıları yayımlıyor ama 68'in Sol Yaka'sını anlatan bu türden tek
kitap bilmiyorum. Şaşırtıcıdan da öte...)
Soğuk Savaşı unutmayalım. Bütün bu açılımlar o çerçevede ele
alınmalıdır. 68 hareketi solun yükselişini 1979'a kadar taşıdı. Ama
hep sol iktidarları zayıflatarak. Bir de 1968'deki Prag Baharı
unutularak bu tarih yazılamaz. Nasıl ki, 1970'lerin hemen başında
yayımlanan Solyenitzin'in Gulag Takımadaları unutulmazsa. İki
hadise de 68'in özgürlük rüzgarını anti-Stalinizme ve Maoizme
döndüren iki büyük çıkıştı.
1961'de başlayan YÖN hareketi Türkiye'ye bir kere daha Kemalizmi tek kurtuluş reçetesi olarak sundu. Ama, itiraf edelim, aynı aydınlar Kemalizm'i sol bir anlayışla bütünleştiriyor, kendi entelektüel kapasiteleri bu ideolojiyi düpedüz sol hatta Marksist bir düşünce olarak görüyordu. Doğan Avcıoğlu'nun başını çektiği bu kanat askerle ittifak olmaksızın toplumsal dönüşümün sağlanamayacağını ilan etmekle kalmıyor, doğrudan ordu iç cuntalar kurup onlarla işbirliği yapıyordu. Bu 'yanlış Kemalizm' Ortadoğu'da kurulan Baas rejimleriyle Türkiye'deki cuntacılık arasında tenis topu gibi gidip geliyordu. Kimin kimden etkilendiği ayrı bir çalışma konusudur. *** Hareket 1968'de öğrencilere yayıldı. Üniversitedeki kitle esasen 1960'ın hemen öncesinde sokağa çıkıp 'gücünü' sınamış, özgüvenini kazanmıştı. O dönemde yer gök 'ordu-gençlik el ele' sloganıyla inliyordu. Çok hazindi ama gerçekti! Şimdi orduyla ittifak kuran gençliğin arkasında bir ideoloji bir de cuntalar vardı. Öğrenci boykotlarıyla başlayan hamle kısa sürede gerilla faaliyetleriyle bütünleşen hücrelerin kurulmasına dönüşmüştü. TİP'i bu tarih içinde unutmuyoruz. 1965 seçimleri AP'yi iş başına getirirken TİP'e de dinamit gibi 14 milletvekili veriyordu.
Öyle şiir falan yoktu bizim 68'imizde. Evet, bir şiir vardır, soldan yazılan ama o 'devrimci' şiirdir. İşte, Sofya'daki Devrim Müzesi hakkında yazılmış kaba saba şiiridir. 68 Mayıs'ında Paris sokaklarına saçılan hepsi birbirinden lezzetli ve hülyalı sloganlara bizim 68 gençliği kulağını tıkıyor, muhtemelen onları ya hiç duymuyor ya da duyduklarını yeteri kadar devrimci bulmayarak, 'burjuva işi' görüyordu. Ne yapalım, bizde o sloganları üreten bir Situationist International hareketi yoktu. (6:45 Yayınları'ndan çıkan Sütüasyonist Enternasyonel başlıklı derlemeye bakılabilir.) 68'in bizde şiirselleştirilmesi, romantik bir şekilde anılması çok sonralarıdır, sonradan geliştirilmiş bir algılama veya duygudur. *** 1968'le 1971 arasında üç yıl var. 1971 yeni bir darbedir. Bilmeyenler bunu iktidara karşı yapılmış sayar. İktidarı muhatap almasına almıştır da 12 Mart ordunun bir kanadının 9 Mart cuntacılarıyla giriştiği iç savaştır. Muhsin Batur daha önce içinde yer aldığı cuntadan kuvvet komutanı olarak kaçmış (o cuntayı Marksist bulmuştur) diğer kuvvet komutanlarıyla ve GK başkanıyla bütünleşip söz konusu cuntayı dağıtmıştır. 9 Mart cuntası 1960 sonrasında başlayan 'hiyerarşi dışı darbe'nin bir uzantısıdır. 12 Mart tasfiyesiyle kontrol altına alınmak istenmiştir. Hiyerarşi dışı darbeleri hiyerarşik darbelere dönüştürme 'süreci' 12 Eylül'de tamamlanacaktır. Askerlerin 12 Mart'ta verdikleri muhtırayı kendi gözlerinde meşrulaştıran öğrencilerin başlattığı gerilla faaliyeti, yeraltı örgütlenmesi, silahlı hareketlerdir.
Hareketin arkasında 1959 Küba devrimi vardır. Castro ve Che Guavera devrimci romantizmi sonuna kadar tahrik etmiştir. Öte yanda, TİP'in ve Kemalizm'in körüklediği anti-emperyalizm eldeki tek 'sağlam' bilinç ögesidir. Yukarıda andığım sloganların tamamı anti-emperyalizmin uzantısıdır. Kemalizm de bu bağlama yerleştirilmiştir. Ama gençlerin ve onları destekleyen entellektüellerin bu anlayışıyla 12 Martçı ordunun Kemalizmleri birbirinden farklıdır. 12 Mart'ın geleneksel Kemalistleri iktidarı ele geçirip 'Beyin Kabinesi' kurunca ilk iş sol entellektüelleri sonuna kadar ezmek olmuştur.
12 Mart çok kanlı biter. Tüm kanlı hareketler gibi haksızlığa bulaşmış ve batmıştır. Gene de üç gencin nahak yere idamı yeraltı örgütlenmesini, gerilla faaliyetini durdurmaz. Üstüne üstlük derin devlet işin içine girmiş, gençleri bölmüş ve Maocuları büyük bir grup olarak koparmıştır. Türkiye'nin en parlak gençleri şimdi Maocu'dur. Fransa'da hâlâ cevabı aranan soru bizim için de geçerlidir. Ne olmuştur da bu insanlar kitapları meydanlara doldurup yakan 'Kültür Devrimi'nin peşine düşmüştür? Maocular bile kendi aralarında bölünürken sayısız fraksiyon ortaya çıkmıştır Türkiye'de. Her ne kadar Dev-Genç en büyük kitle olsa da. Bu defa gençler birbirini öldürmeye başlamıştır. Soğuk Savaş'ın devleti duracak değil ya (!) o da bu ölümleri, öldürmeleri kışkırtıp öldürterek 1973-1980 arasındaki sokak faşizmine kapı açmıştır. Sonunda 12 Eylül günü devlet faşizmi gelecek ve hepsini yok edecektir. *** 1968'in bizdeki tarihi budur. Bu 'sert', hatta çok sert, öldürücü, ölüm tarihinin öyle bedensel, cinsel, ruhsal özgürlüklerle ilgisi yoktur. Belki toplumsal özgürlükten söz edecek, bir süre sonra da bazı fraksiyonların 'halklara özgürlük' dediğine tanık olacaktır. Her zaman söylediğim gibi Batı 68'i 'iktidar'dan bağımsızlaşarak özgürleşmeyi öngörüyordu, öneriyordu. Foucault'nun, hatta Deleuze'ün, Derrida'nın vurgusu bu yöndeydi. Bu düşünürlerin yapısalcılığa yönelttiği eleştiri bile bu doğrultudaydı. Fransa 68'i düpedüz en karmaşık, en derin, en çetrefil 'teorik' üretime yol açıyordu ve 'teorisi' olan bir hareketti.
Türkiye'de ise insanlar iktidar istiyordu. Devleti ele geçirmenin peşindeydi. Devlet dışı veya devlet ötesi bir politika ve politik özgürleşme akıldan, hatta hayalden geçen bir şey değildi. Deniz Gezmiş babasına yazdığı bir mektupta Kemalist olduğunu söylüyordu. Türkiye solunun tarihi Kemalizm'in türlerinin tarihidir. Zaten bir süre sonra 68 kuşağının solu 'ulusal sol' olarak ortaya çıkacaktır. Evrensel, Marksist, sosyal demokratik bir sol çok küçük aralıklarda, çok küçük grupların önerisi halinde kalacaktır. Böyle bir hareketin Paris 68'inin 'şiiriyle' içli dışlı olması beklenebilir mi?
Bir de erildir Türkiye'deki 1968 kuşağı. Sonradan kadınları kucaklayan, onlara da alan açan bir görüntü kazanmıştır, kadınlar 68'de mevcuttur ama 'bacı' olarak. Daha sonraki feminist hareketin 68'li kadınlar tarafından başlatılması muhakkak kaydedilmelidir ve bir erdemdir ama bu da farklı bir bilinçlenmenin sonucudur ve daha önceki dönemler hakkında epey bilgi verir. *** Bu kuşağın romanı yazıldı mı sorusunun cevabı evettir. Hayli hazin bir yaklaşımla 12 Mart edebiyatı ve romanı bu kuşağı anlattı. Füruzan'ın 47'lileri'i, Pınar Kür'ün Yarın...Yarın...'ı başta gelir. İkisi de yer yer insanı şaşırtacak derecede 'didaktikleşen' romanlardır. Kuşağın en dramatik edebiyatını, aşırı tutkusallık, hatta şiddet içinde fakat eşi menendi görülmemiş bir 'eril' kişilik etrafında Mehmet Eroğlu Issızlığın Ortası isimli romanında yapar. Onu romanın kahramanı Ayhan'ın 'sonunu' ele alan ama ilki kadar 'çevre' içermeyen Geç Kalmış Ölü'sü izleyecektir Eroğlu'nun.
Adalet Ağaoğlu, yazarlar arasında en 'romancısı'dır. Karakterleriyle arasına bir mesafe koyar, onlara belli bir soğuklukla, soğukkanlılıkla yaklaşır.
Ama bu da onu biçim olarak da içerik olarak da en karmaşık ve 'sahih' romana götürür. Gerçekten 'modern' edebiyatın en başarılı kitapları arasındadır Bir Düğün Gecesi. Zaten bir süre sonra klasik olacaktır.
Erdal Öz çok hassas ve acı metinler yazar. Deniz Gezmiş'le koğuş arkadaşıdır ve onun anlattıklarını bir roman mekaniği içinde kaleme alır.
Gülünün Solduğu Akşam hüzün ve duyarlılık yüklüdür. Öz'ü 1950 kuşağının öykücülüğünde, anlatıcılığında başka bir burca Odalarda ve Yaralısın taşıyacaktır. Hâlâ daha ileri çözümlemeleri bekleyen metinlerdir bunlar.
Bir de uzak bir yazar vardır 12 Mart edebiyatıyla ilişkilendirilecek: Melih Cevdet Anday. Kimse bilmez ve okumaz ama bana göre çok zaman sonra bir anlatı biçimi ve yöntemi olarak Orhan Pamuk'ta kendisini gösterecek tekniğiyle Anday çok ilginç, bilimkurguya açılan, gerçeküstücü denebilecek şekilde bir otorite ve iktidar sorgulaması yapar, Gizli Emir ve İsa'nın Güncesi isimli romanlarında. Unutulmuş iki romandır bunlar ama 12 Mart dönemini değil, içerdiği iktidar şiddetinden kaynaklanan bir dünyayı söz konusu etmektedir.
Unutulmayacak bir yazar ise Sevgi Soysal'dır. Büyük bir yeteneğin yazarıdır. Başyapıtı Yenişehir'de Bir Öğle Vakti olağanüstü başarılı bir modernist edebiyat örneğidir. Ama 12 Mart romanı sayılmaz. Bir 'cumhuriyet' romanıdır, 'devrimciler'i gecekondu dekoru içinde anlatırken bile. Şafak ise bu yeteneğin 'tez' ve 'manifesto' doğrultusunda harcanmasıdır.
12 Mart'ın atmosferi bana kalırsa küçük bir metinde verilir: Bir Uzun Sonbahar. Bu kitap tam anlamıyla bir anlatı, tam anlamıyla bir metindir. Ama attığı ilmikler izlenerek ilginç bireysel psikolojilerin yaslandığı büyük toplumsal kanava çözümlenebilir. Dönemi ve kuşağı anlatan başka kitaplar da vardır. Büyük Gözaltı (Çetin Altan) beklenmeyecek bir başarıdır. Hatta Oğuz Atay bile gelir 12 Mart'ta konaklar. O yıllarda roman yazıp da bu gerçeğe değinmemek olmazdı. Olamazdı. Mesele romanın ve romancılığın 12 Mart'ı biçimlendirmesi olmalıydı ki, andığım metinlerin çoğunda, hayır, 12 Mart romanları şekillendirmiştir. Nedeni aynıdır: Biz, üst otoritenin tayin ettiği bir toplumsal ve siyasal ortamında onun ancak bir türevini kurguluyorduk 'devrim' olarak. Zaten Atatürk dönemi 'inkılap'larının 'devrim'e dönüşmesi de gene, 1960 sonrasının gerçeğidir.
Daha çok irdelememiz gerekiyor Türkiye 1968'ini...