Castro gibi dünyaya, bir devrim armağan etmiş, 50 yıl yönetimde
kalmış bir siyasetçinin ardından lehinde de konuşulacaktır
aleyhinde de. Doğaldır. Neticede yarım yüzyıl boyunca ayakta
kalmış, kişiliğini, eylemini ve ideolojisini ortaya koymuş,
değerlendirilmiş bir insandan söz ediyoruz.
Castro, diğer devrimciler gibi, Lenin ve Mao gibi örneğin, kuramsal
bir geçmişe dayanmıyordu.
Fransız Devrimi ile başlamış, Rus ve Çin Devrimi ile doruğuna
ulaşmış bir yöntem ve anlayışı eylem planında yenileyip
gidebileceği en uç noktaya taşıyordu Castro. Eylemi, gerilla
savaşıyla iktidarın devrilmesiydi.
***
Castro'nun Che Guevara ile giriştiği bu eylem 1959'da başarıya
ulaştı ve öncelikle Batıda karşılık buldu. Çünkü, Batılı aydınlar
kendilerine yeni bir dünya arıyor, bir 'tabula rasa' yapmak
istiyordu. Yani her şeyi silip yeniden başlamak tutkusu
içindeydiler. 2. Dünya Savaşı'nın yıkımı içinden geliyorlardı.
İnandıkları Batılı tüm değerler yerle bir olmuştu. Bir 'yeni insan'
yaratma arayışındaydılar.
İmdatlarına Sartre'ın Varoluşçuluk felsefesi koşuyordu.
Varoluşçuluk esasında bir özgürlük felsefesiydi. Tanımladığı (yeni)
insan bağlanmış, (angaje) insandı/ aydındı. İnsan ancak (partiye ve
devrime) angaje olduğunda, ancak eylediğinde özgürleşecekti.
(Tabii, öncesindeki Malraux'yu ve onun dayandığı Nietzsche'yi
unutmuyorum.)
Nitekim Sartre'ın 1960'ta Küba'ya gitmesi, gördüklerini yazması işe
bambaşka boyutlar kattı. O kadar ki, Che, Küba'yı bırakıp devrimi
yaymak için gittiği Bolivya dağlarında öldürüldüğünde, Sartre, onu
'sadece bir entellektüel değil çağımızın en tam insanı' diye
tanımlayacaktı.
***
Devrim romantizmdir. Sartre'ın yorumları bu 'romansı' tamamlıyordu.
Öte yandan devrim 1789'dan beri sola ait bir kavram, sol bir
oluşumdu. 1960'tan başlayarak yayılan sol düşünce bu romantik
kurguyla büsbütün gelişti. O kadar ki, Türkiye'de, bırakın devrimci
solu, sağ-muhafazakâr düşüncenin eyleme kalkmış kesimleri bile,
farkında olarak veya olmayarak, bu devrim romantizminin etkisi
altında kaldılar.