Yürümeyi çok severim ama şimdi eve bile gidemiyorum. Fakat bunun nedeni sadece Nispetiye Caddesi’nin bozuk kaldırımları değil. Asıl sorun et lokantaları ve onların trafiği birbirine katan valeleri
30 Kasım 2016
Neredeyse artık eve yürüyemez oldum. Tamam, kalçam ağrıyor, gününü bekliyoruz, değiştirilecek falan ama yürüme hâlâ dünyada en çok sevdiğim şey. Eskiden ne kadar yürürdüm, düşününce şimdi şaşıyorum. Böyle birkaç yürüyüş maceram vardır.
Birincisi, çok sıcak bir gün, Ankara'da, Meşrutiyet Caddesi'ndeki evimizden kardeşim Yavuz'la çıktık, yürüye yürüye Anıttepe'ye, Anıtkabir'e gitmek istedik. Bir yerde yorulup, oturduk. Bir de ayran içmiştik, hiç unutmam. Yorgunluğun getirdiği sessizlik içinde kendimizi dinlerken, Yavuz, o zamanlar en önemli kişilik özelliği olan muzipliğiyle, önce yüzüme baktı, sustu, sonra, "Abi" dedi, "Senin de ayağının altından bir şeyler şöyle yukarı doğru yükseliyor mu?" Yüksekçe bir duvarın üstünde oturuyorduk ve ayaklarımızı sallamıştık. Evet, yorgunluk yükseliyordu.
Böyle bir hadise başıma Ankara'da da geldi. O gece sabaha kadar uyuyamadım. Nasıl karnım ağrıyor anlatamam. Çıldırmak işten değil. Hiçbir şey yapamıyorum. Evde yalnızım. Ertesi sabah uyandım babamın arkadaşı dünya tatlısı Dr. Seyfullah (Topuzlu) Amca'ya gideyim dedim. Bülbül Deresi'nden dolmuşa bineceğim. Bekliyorum. Bir anormallik hissediyorum. Sanıyor falan değil bal gibi yaşıyorum, bir fırında kavruluyorum. Müthiş bir yaz günü, hava sıcak, gökyüzü ısıdan adeta beyazlaşmış. Neyse, muayenehaneye vardım, Seyfullah Amca'nın ilgisi, ihtimamı, anlaşıldı ki, hava değil de ben sıcakmışım, 40 derece ateşim var. O ateşle yaz sıcağı birleşince olanlar olmuş. Ama şu çelikten daha sağlam irademle ben hâlâ gülüp söylüyorum.