Bayramlar konusunda iki yazı yazdım. Bu bayram 'söylemi'nin bizi
olmayan bir bayram 'nostaljisi' içinde tuttuğunu, böyle sürekli
olarak yaşadığımız geçmiş özleminin aslında bir yitik zaman ve
yitik çocukluk duygusuyla ilişkili olduğunu belirttim. Söz konusu
iki kavrama saplanıp kalmanın erginleşmemize mani olduğunu, bir
türlü büyüyemeyişimizin böyle bir duruma bağlı olabileceğini
yazdım. Bunun modernleşmeyle ilgili bir hal olduğunu da
vurguladım.
Şimdi aynı bağlamda yer alan başka bir örneğe geçeyim. Belki de hiç
akla gelmeyen bir konu: İstanbul!
Hemen belirteyim ki, bu muhteşem kentin bilinçsizce kırılıp
dökülmesine, harap edilmesine, hesapsız kitapsız (veya çok hesaplı
kitaplı bir şekilde) dönüştürülmesine üzülmemek elde değil. Ortada
gerçekten de yok edilen, yok olan bir İstanbul var.
İyi ama bunun sadece bize ait bir sorun olduğunu kim söylüyor?
Ahmet Rasim üstadımız İstanbul'un alt üst edilmesinden yakınıyor.
karıştırdım tekrar. Aynı yakınma, üzüntü Nahit Sırrı Örik'in
İstanbul Yazıları kitabında mevcut. Refik Halit'in adlandırmasıyla
büyük 'İstanbulist' Sermet Muhtar Alus çok farklı bir tarz içinde
de olsa başka bir şey yazmaz. Büyük üslupçu Refik Halit'in bizzat
kendisi İstanbul'un hem kent hem 'ahval ve etvar' olarak yıkılıp
gittiğine yanar yakılır, yakınır.
Daha doğal bir şey olamaz. Bir kent değişmektedir. Paris'te de aynı
şeyler yaşanmıştır. Baron de Housmann'ın büyük dönüştürümü
bizdekine benzer yıkımlarla sağlanmıştır. (Değil mi, Yahya Kemal de
'eski Paris'te bir ömür geçti diyordu', evet, 'eski
Paris'te'...)