Kudüs'teyim. Böyle bir kentin tarihsel ve manevi dokusu içinde insanın zamanlar, çağlar ve devirler içinde kaybolmaması olanaksız.
Dinlerin, dillerin, kültürlerin sadece doğduğu demeyeceğim, bugün dahi kaynaştığı diyeceğim, insanlığın bu en eski topraklarında geçilen sokaklar, karşılaşılan dehliz misali uzayan, yollar, etrafı tutmuş kokular insana sadece zamanın ve mekanın anlamı üstünde düşünmek fırsatı bırakıyor.
Sokakların dev sakallı, kör, dudaklarında binlerce yıllık İbranca dualarıyla dolaşan Yahudileriyle, Mescid-i Aksa'nın önünde, koyu servilerin altında Ramazanın en uhrevi saatinde, zamanın ağdalaşıp, donup, bir mum gibi göğe asıldığı saatinde, Kur'an okuyan, içine doğru derinleşen Müslümanları o anlarda bütün savaş düşüncelerinden, bütün kıyam fikirlerinden ayrılmamakta mıdır?
Eğer bütün bir hayat ve ebediyet düşüncesi, bu başlangıç ve son arayışı, daha farklı bir dünyayı insanın içinde bulmasına yardımcı değilse veya insan tüm bu derinliğe rağmen henüz kendi sığlığından kurtulamıyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir. *** Her şeyin, bütün dinlerin, inanışların en eskisini bu topraklarda bulmak mümkün. İnsanlık bu topraklardan, bu 'bereketli hilal'den doğdu. Şimdi İsrail Müzesi'ni dolduran arkeolojik bulgulara bakınca bu toprakların insanlığın başlangıcına tanıklık ettiği bir kere daha anlaşılıyor.
Peygamberler bu topraklarda doğdular. Peygamberlikleri onlara bu topraklarda malum, vahy ve nuzül oldu. Kutsal kitaplar, kutsal emirler bu topraklarda oluştu.
Peygamberlerin cismani yaşamları bu toraklarda sona erdi: kadim tarihlerde bir ve beraber olan bu coğrafyada. Hz. Musa, Hz. İsa bu tarihlerini bu zamansız mekanda işlediler çölün, kayaların ve levhaların üstüne. Hz. Muhammed bu topraktan Miraç'a yükseldi.
Bu topraklarda çöl kendisine ait anlamından soyutlandı. *** Bu ülkede, bu kentte yürümek, kayıp sokaklarında dolaşmak, sokaklarında kaybolmak insanlığın ne kadar bir ve beraber olduğunu anlamamıza mı yardım edecek yoksa bütün şu tarihle birlikte insanlığın ne kadar kendisinden uzaklaştığını mı duyuracak bize?
Acaba iki insan mı var kendisini arayan?
Bir insan kendisini ebediyetin ve uhreviyetin içinde yaşıyor, buluyor ve tanıyor. Onun için dinler, diller, insanlar birdir. Çünkü neye, nereye, kime ait olursa olsun insan birdir ve tektir. İnsan biriciktir. Hiçbir şey onunla mukayese edilmez. Öyleyse zamanın yükünden, dünyeviliğin kahredici külfetinden arınmak gerekir. Bu insan zamana değil zamansızlığa, bir sona değil sonsuzluğa bakmaktadır ve kendisini o büyük boşlukta tarif etmektedir.
Ama öteki (?) insan büyük dinleri, büyük söylenleri, büyük hikayeleri kendisini ayrıştırmak, kendisini yalnızlaştırmak, dünyayı sadece kendisine ait bir yer saymak ve diğerlerini kendisine ait görmemekle oluşturuyor benliğini.
Bugün Müslüman, Yahudi, Ermeni, Hıristiyan mahallelerinin birbiri içinde erimiş dokusunu yarıp geçerken aynı ve ayrı olan şeyleri insan bütün çıplaklığıyla görüyor. Yaşıyor. Ayrışmanın, bölünmenin anlamsızlığı sarsıyor insanı.
Üstelik bundan ötesi var. 'Jerusalem' sözcüğünün Sümerce ilişkileri, Mısır bağlantıları düşünülünce zamanın ve kültürün insanın en geniş ve en dar kavrayacağı şey olduğunu anlatıyor Kudüs.
Kokular, servi ağaçları, Zeytin Dağı'ından batan güneş, dar ve çıkmaz sokakları, dinlerin, kutsal kitapların, çölün, kızgın güneşin insana tuttuğu bir ayna Kudüs!