27 Haziran 2017
Kısa bir tatilden döndüm. Çok yakın, bin yıllık dostum Işıl'ın
alicenaplığıyla açtığı, kullanımımıza verdiği eve gittim. Deniz
kıyısında, denize bakarak üç beş gün kaldım. Deniz büyük bir hayal
olarak kabında çalkalanıyordu. Geceleri eğer yakalanırsa
sessizlikte karşı kıyının yakın ışıklarıyla etraf bir büyüye
dönüşüyordu.
Nasıl olduysa oldu ama hiç de fena olmadı. Çok ama zevkle çalıştım.
Kaldığım site çok iyi ve güzeldi. Çok uygar bir ortamda zaman
geçirdim. Gündoğan'da, İstanbul'da bulamadığım düzeyde lokantalar
keşfettim, karideslerin başlarını emmedim o ciddi şeyler yazmaya
çalışan yeme yazarının yazmadığı gibi ama güzel şeyler yedim. O
arada çok iyi yemek kitapları okudum ki, asıl onlar tadından
yenmiyor.
Her yıl bu konu gündeme gelir. Sabit, belirgin bir tatil mekanı var
gideceğim, bir tatil evi. Ama yandaki otelin Rus turistleri
eğlendireceğim diye günde üç defa kulakları değil binaları
patlatacak derecede açtığı müzik ve 'animasyon' orayı cehenneme
çevirdiğinden kendimi sabit mekanı olmayanlar sınıfına
sokuyorum.
SABİT BİR ADRES
Öteden beri devam eden bir tatil refleksim ve alışkanlığım
bulunmadığından her yıl 'nereye gitsem' diye düşünüp duruyorum.
İşte bizatihi bu sorunun kendisi bir insanın neden bir yazlık ev
sahibi olabileceğini açıklar: Gidecek belli bir adresin olması!
Sabit mekanın yararları vardır. Benim için bu yazın da, tatildeyken
de gene bir ev ortamı içinde ama farklı bir çevrede çalışmaktır.
Otel ortamında hatta bir ev benzeri pansiyonda insan pek beceremez
bunu. Evin dökülüp saçılması, evin yerleşikliği yazının rahmidir.
Kaldı ki, benim başımda bir de kitap sorunu vardır. On binlerce
kitabı göçebe bir hayat içinde saklamanın olanağı yok.
Bilenler bilir, asıl istediğim dayalı döşeli, sabit bir otelde
hayatımı geçirmektir. İyi bir otel yaşamının tadını insan başka
hiçbir yerde bulamaz. Ama dediğim gibi öyle uydurma bir otel
olmaması kaydıyla.
Bu yaz evi meselesi insanı düşündürüyor. Nerede olmalıdır mesela
yaz evi? Eskiden bu evler daha çok müstakildi. Aradan zaman geçti.
Artık Bodrum'da, tepelere tırmanan sitelerde apartman daireleri
inşa ediliyor. Hiç fena değil. Ben Öyle bir yerde kaldım.
Nefisti.
Düşündükçe işin farklı boyutlarını yakalıyor insan. Örneğin,
1980'lerin ortasına kadar Boğaz bu bakımdan önemliydi. Boğaz
yalıları bugünkü gibi değildi. Hepsi harabeydi. Hepsi dökülüyordu.
Onlar, 'loş kayıkhaneleriyle bir yalı/dinmiş lodosların uğultusu
içinde' (Orhan Veli) kiralanır, güzel bir yaz geçirilir, sonra da
terk edilirlerdi.
Adalar bu iş için biçilmiş kaftandı. Ada insanları pek şehre inmez
miydi? Derken çocukluğumun sonlarına doğru Dragos sahili çıktı.
Şile'ye gidenler tek tük görülür oldu. (Gazetede okudum, Şile
sahilini polis, insan akını sonrası kapatmış, bayramın başında. Ben
de orada geçirdiğim macerayı yazmıştım: 'Türkün su ve ateşle
imtihanı' diye...) Ama kent içinde 'sayfiye' denen semtlerde kalmak
hiç de yabana atılır bir 'kalem' değildi. Evet, denize de girilirdi
ama Ataköy veya Bostancı öyle yerlerdendi.
Böyle bir şey isterim mesela ama artık öyle bir kent yok. Gene de
aranırsa bulunur. Bu İstanbul artık öyle bir yer oldu: saklı
hazineler kenti. Kaldı ki, çeşitli dergilerde okurum, insanlar
hafta sonlarını anlatır. Herkes yaşadığı kentin yakınında bir yere
gider. Bizim böyle bir adetimiz yok. İstanbul'da oturup da civarda
bir yeri hafta sonu veya yaz için değerlendiren tek bir kişi
görmedim. Halbuki İstanbul mücavir alanıyla da bir mucizedir.
Deniz ve Bodrum tutkusu sonradan başladı. Biraz da saçma oldu.
Yazın daha sıcak yerlere taşınır olduk. Kışın da kayak bilenler
daha soğuğa, dağlara çıkmaya koyuldu. Belki iyi oldu, belki olmadı.
Ama denize gidip geldikçe kimselerin öyle büyük bir aşkla
yüzdüğünü, denizde saatler geçirdiğini görmüyorum. Gene de deniz
kıyısında ev istiyor insanlar. Ne yapsınlar, Bodrum dağlarından
elde çanta, altta araba bir deniz kıyısına inip çıkmak ayrı bir
çile, adı tatil bile olsa.