15 Ağustos 2017
Yıllar önce Kültür Bakanlığı'nda danışmanken bir gün Bakan Fikri
Sağlar'a, "Başka ülkelerden gelen filmlerin yabancı adlarla
gösterilmesini yasaklamayalım ama Türkçe ad kullanılmasını da
teşvik edelim" dedim. Bakan haklı olarak itiraz etti. Ama
Fransızlar öyle yapıyor dedim: şah ve mat! Gene de başaramadım.
Ben filmleri yabancı adlarla göstermeyelim derken, bundan yaklaşık
25 yıl önce, Türkçe harıl harıl Amerikancanın etkisi altına
giriyordu. O zamanlar Ankara'da 'The Crown Baklavacısı' diye bir
levha görmüş, çok gülmüş, çok şaşırmıştım. Ben hayret etmekle
kalayım bu İngilizce/Amerikanca ad bulma yarışında firmalar
başlarını alıp gitti. Hani bazı çizgi filmlerde yarış biter yarışçı
koşmaya devam eder ya bizim işte tam ona döndü.
İş öyle bir yere geldi ki, bu defa Türkçe ad koymak şaşırtıcı oldu.
Hiç unutmam reklamcı bir arkadaşımın bürosuna gitmiştim, bir dergi
adı üstünde çalışıyorlardı. Haydi hangisi olduğunu yazmayayım,
dergiye bir İngilizce meyve adı vermişler. "Yahu" dedim, "şunun
Türkçesini koysanıza isim olarak, diyelim karpuz". Dinlediler, bu
işle uğraşan kızcağız, "Çok güzel, çok yabancı bir his veriyor'
demesin mi... Kelimesi kelimesine! Aynen! Ben ne söylerim darbukam
ne söyler misali bu bozuk Türkçe cümleyle konuştuğu (daha doğrusu
konuşamadığı) ana dilinin artık 'yabancı his' uyandırması nedeniyle
kabul göreceğini belirtiyordu. Sessizce oradan uzaklaştığımı
anımsıyorum. Dergi gene Amerikanca adıyla kalmıştı.
Hayret etme zincirimi bu defa film adlarını 'Fransızcalaştıran'
Fransızların baş değil şah şehirleri olan Paris'te neredeyse tüm
dükkan isimlerinin Amerikancalaşmasını görerek sürdürdüm. Gerçekten
de internet çıktı, sosyal medya patladı ve iş bu noktaya geldi.
Tam böyle kara kara düşünürken Başbakan Binali Yıldırım bir
açıklama yaptı ve "Türkçedeki çürümeye dur demek gerekir" dedi.
Yetinmedi, okurken çok hak verdiğim ama çok da güldüğüm bir söz
etti ve Türkçe garip bir 'kuş diline' dönüşüyor dedi.
Ne diyeceğimi bilmiyorum. Bir yanda, evet, dil organik bir
varlıktır. Kendi yatağında akar, kendi yolunu bulur, değişir,
dönüşür; biz, bitti, kırıldı, yok oldu sanırız, halbuki o yeni
menderesler, bükler, yolaklar, çığırlar oluşturmakta, yeni
kaynaklar bulmakta, yeni yataklar meydana getirmektedir.
BİR TÜR KUŞ DİLİ
Sosyal medya dili de öyledir. Kuş dili diyor ya Başbakan, doğrudur,
bir tür kuş dilidir, bir tür iletişim dilidir. İnsanlar birbirini
anladıktan sonra gerisi lafı güzaftır. Ben 10 sözcükle karşısındaki
onlarca ve her biri çeki taşı gibi insanı hop oturtup hop kaldıran,
o derecede etkileyen ne insanlar gördüm.
Böyle değerlendirince her şeyin ucu bırakılmalı, her şey olacağına
varmalıdır. Kaldı ki, dil son tahlilde yerine göre iktidar alanıdır
yerine göre direniş alanı. Sosyal medya da kim ne derse desin
kendisini bir tür direniş bölgesi olarak görüyor. Yerleşik olana,
her düzeyde ve bağlamda, karşı çıkıyor, kendince de bir dil
geliştiriyor. Bir tür 'yeraltı', bir tür 'fanzin', bir tür 'korsan'
dildir o ve dilin argo, küfür, deyim gibi lezzetli yanlarından
birini meydana getirebilir. Zamanla. Henüz orada değiliz.
TÜRKÇE HIZLA DÖNÜŞÜYOR
Nitekim ben de nadiren attığım tweet'lerde imla kuralı
kullanmıyorum. Nasıl büyük harfi esasen bir alışkanlık olarak
görüyor ve önemli olmadığını düşünüyorsam o düzeyde (de/da ve
mi/mı/mu ayrı yazılmak kaydıyla) imla kuralını da zorunlu
saymıyorum.
Bülent Ecevit "Neden virgül kullanırız?" diye sorardı (evet,
virgülün bir tarihi vardır), Attila İlhan büyük harf kullanmazdı.
(Eski edebiyat eleştirmenlerinden Rauf Mutluay onun özel
mektuplarında falan da her şeyi küçük harfle yazmasına tumturaklı
cümlelerinden biriyle şaşkınlığını belirtmişti). Allah aşkına,
noktalı virgül mü kullanacağız yani tweet atarken?... Böyleyken
böyle ama gene de tedirginlik duyduğumu, alttan alta,